RUHLARIN ESKİ BARINAKLARI

Posted: 27 Ocak 2010 Çarşamba by bülent usta in
0

Her şey karlar altında... Lapa lapa yağan karın görüntüsü, içimde git gide büyüyen huzursuzluğun tam zıttı, tatlı bir huzur yayıyor sokağa... Ama bu ülkede yaşıyorsanız, yani işkencecileri ödüllendiren, katilleri koruyup besleyen zihniyetle hesaplaşılmayan bir ülkede, gülseniz bile huzursuz, mutlu olsanız bile huzursuz, sevişseniz bile huzursuz…

Belki de abartıyorumdur, yaşadığım bu huzursuzluğu… Sendikalaşmanın son yirmi yılın en düşük seviyesine ulaştığı, işçi haklarının en çok gasp edildiği bir ülke olduğumuz gerçeğini, Ortadoğu’nun parlayan yıldızı olan ülke gerçekliğiyle değiştirmeliyim. Belki de, en ufak demokratik hak talebini, polis lincine dönüştüren zihniyetin demokratlığını sorgulayacağıma, “Demokratik Açılım” söylencesinin şevkine kapılmalı, yağan bu karın Tekel işçilerinin de üzerine yağdığını unutarak çıkıp kartopu oynamalıyım. Sonuçta, hükümetin politikalarından en çok mağdur olan yoksul kesim, yine aynı hükümetin oy tabanı değil mi? Demek ki, ortada bir yanlış anlama var… Öyle ya, her kar ya da yağmur yağdığında, bir afet şehrine dönen İstanbul’da, insanların çoğu belediyenin hizmetinden memnun ki, gidip aynı partiye oy verebiliyor. Sanki İstanbul’da ya da Ankara’da yaşayan onlar değil… Her gün trafik işkencesini de onlar çekmiyor. Bu sadece bir yanılsama… Tıpkı darbe planları diye gösterilen belgelerin de alt tarafı eğitim amaçlı seminerlerin notları olması gibi… Ergenekoncular da o silahları, aman kimse o silahlarla darbe yapmasın diye yerin yedi kat dibine gömmemiş miydi? Anlaşılan ben de Elif Şafak gibi, kalple yazılan ve kalple okunan romanlar yazarak, huzuru kendi içimde bulmalıyım.

Solculuğu, bir hastalık gibi gören psikiyatrist Ayhan Songar, haklıdır belki de… 12 Eylül’de mahkûmlar üzerinde gizli bir araştırma yapmış, zekâ seviyeleri sağcılardan yüksek olmasına rağmen, solcuların psikopat olduğuna hükmetmişti hatırlarsanız… O mahkûmlara akıl almaz işkenceler uygulayanlar da, Songar’ın gözünde sağlıklı bireylerdi kuşkusuz. Solcuların psikopat olmasını, yaşamlarını düşleri ve düşünceleri uğruna feda edişlerinde de görmek mümkünken, araştırma yapmasına ne gerek vardı ki... Che’nin ya da Bakunin’in hayatını okuması yeterliydi… Özcan Alper’in “Sonbahar” filminde, cezaevinden yeni çıkmış olan Yusuf’a, Eka “Peki sen, en güzel yıllarını sosyalizm istedin diye hapiste mi yattın?… Sen Delisin?” dediği gibi… Öylesine yabancıdır ona, Yusuf’un hikâyesi… Halbuki kendisi de küçük kızının karnını doyurabilmek için uzaklardadır memleketinden… Bir düşü vardır, bedeli kâbuslar olan…


Monelle


Gizli bir melankoli ruhumu ele geçirdiğinde, genellikle üç kulaklı bir kedi olan dostum İvam yetişirdi yardımıma… Beni güldürecek ya da ağırlaşan düşüncelerimi dağıtacak bir şeyler bulurdu mutlaka… Bu aralar Monelle çıkıyor karşıma… Marcel Schwob’un, “Üç Roman” adlı, YKY tarafından Aykut Derman’ın çevirisiyle yayımlanan kitabından çıkıp karışmıştı hayatıma. “Üç Roman”, adı üstünde, üç romandan oluşuyor. “Altın Maskeli Kral”, “Monelle’in Kitabı” ve “Düşsel Yaşamlar”… İlk olarak 1890’larda yayımlanan bu romanların, ancak yüz yıl sonra Türkçede okunabiliyor oluşu ise, bize özgü bir muamma olsa gerek… Daha öyle çok Türkçeye kazandırılması gereken “olmazsa olmaz” yapıt var ki…

“Monelle beni ovada dolaşırken buldu ve elimden tuttu” diye başlıyor “Monelle’in Kitabı”… Ben ise, sokakta, evde, iş yerinde, ne zaman kendimden ve yaşadığım gerçeklikten kuşkuya düşsem, Monelle karşıma çıkıp tutuyor elimden. Zehirli sözleriyle ruhumu diriltmesinde bir giz var. Onun hem o olduğunu, hem de o olmadığını bilerek dinliyorum… “Yeniden bulmadan önce beni yitirmen gerekiyor. Ben yalnız olanım” diyen birisini, nasıl görebilirim ki başka? Durmaksızın konuşuyor… Şöyle diyor: “İçindekini yok et, çevrendekini yok et. Kendi ruhuna ve başka ruhlara yer aç. Her iyiyi ve her kötüyü yok et. Yıkıntılar birbirinin benzeridir. İnsanların eski barınaklarını, ruhların eski barınaklarını yok et, ölü şeyler biçim bozan aynalardır. Yok et, çünkü her yaratı, yok ediş sonucu ortaya çıkar. Ve yeni bir sanat tasarlayabilmek için eski sanatı kırmak gerekir. Ve böylece yeni sanat bir tür sanat düşmanlığı gibi görünür.”

“Ruhların o eski barınaklarını” süsleyip yeniden satanlarla doluyken ortalık, Monelle’e hak vermemek olanaksız. Peki neden o eski barınaklar cazip geliyordu sanatçılara? Monelle’e göre kolayına kaçıyordu bu aciz ruhlar. Yeni bir barınak inşaa etmek, kolay bir iş olmasa gerek. Solculuk da, yeni barınaklar inşa etmek için, eski barınakları yıkmak anlamına gelmiyor muydu? Bırak eskiyi yeniyi, kiradan kurtulamayan bir sol anlayış yaygın günümüzde. Liberallere ya da ulusalcılara kiracı olan bir anlayış…

Monelle, “Evini kendin kur ve onu kendin yak” derken, Nietzsche’nin “evini akan bir nehrin üzerine inşaa et” sözünü tekrarlıyordu sanki, mezara ya da müzeye dönüşen evlerle dolu tarihe bakarak… İçinde ölünecek değil, yaşanacak evler lazım bize…

Monelle, zehirini içime akıtıp giderken şu sözlerini eklemeyi ihmal etmedi:
“Ve Monelle ekledi: Sana yaşamdan ve ölümden bahsedeceğim.
Her siyahlığın içinden gelecekteki beyazlığın beklentisi geçsin.
Şunu söyleme: Bugün yaşıyorum, yarın öleceğim. Gerçekliği yaşamla ölüm olarak ayırma. Şöyle de: Şimdi yaşıyorum ve ölüyorum. Her acı senin içinde birazdan uçacak bir böceğin geçişi gibi olsun.”


Onu bir daha ne zaman göreceğimi sorunca da, “Unut beni ki sana döneyim” diyerek kayboldu karanlığın içinde…

Bülent Usta (Birgün, 27 Ocak 2010)

0 yorum: