SIRADIŞI RUHLARIN CENAZESİ

Posted: 12 Ocak 2010 Salı by bülent usta in
0

Yazmanın hayatımdaki yerini sorgularken buluyorum bazen kendimi. İsmet Kür’ün “Onuncu Sigara” adlı romanındaki Yosun gibi, hayata tutunmak için yazmak mümkün mü? Ya da Sait Faik gibi,”yazmasam ölürdüm” demek… Yazının öldürdüğü de oluyor, yaşattığı da… Yazının insanı değiştirdiği de oluyor, bir bataklığa saplanır gibi, yavaş yavaş içine çekip boğduğu da…
Tıpkı Yosun gibi, ben de yazarak yaşama tutunduğumu hissetmiş, ama sonrasında yazının pek de güvenilir bir alan olmadığını, yaşama tutunayım derken yaşamın dışına sürebildiğine de tanık olmuştum. Özellikle şiir yazıyorsanız, bir süre sonra, oturduğunuz sandalye ya da yazı yazdığınız masanın kaybolduğuna, eski anlamını yitirdiğine tanık olabilirsiniz.

Artık öylesine içinizdesinizdir ki, dışarısı diye bir yerin kalmadığı, dışarısının da içinize dahil olduğunu hissedebilirsiniz. Foucault, yazma ve varolmanın ikiz olanağı ve olanaksızlığından bahsederken başka bir şeyden bahsetse de, bu ikiz olanak ve olanaksızlık, yazının varoluşla ilgili temel sorunu olarak, modern edebiyatın temel meselelerinden birisi oldu hep. Edebiyatımız, bu mesele üzerine yeterince düşünen bir edebiyat olmadı nedense… Belki de yeterince düşünmediği için olsa gerek, edebiyatı sıra dışı ruhların bir iç dökmesi olarak ele alan demode yaklaşım, etkisini edebiyatımızda dolu dizgin sürdürmeye devam ediyor.

12 Eylül’den sonra, fikirden çok yaşam ağırlıklı, daha doğrusu iç yaşama dönük bir ürün patlaması yaşanmıştı. Bu patlama, geçen zamana rağmen bir türlü dinmedi. Hatta böyle bir gelenek de oluştu. İşin kötüsü, kendisini sıra dışı ruh olarak görenlerin hiç de sıra dışı olmadıkları, zorlama bir takım duygulanımlar ve deneyimlerle kendi iç dünyalarını pazarlama stratejileri geliştirmeleri yüzünden tekrara düşüp nitelik kaybına uğradıklarını gördük zamanla.
İçinde hiçbir fikir kırıntısı olmayan, sadece duygulanımlarla ürün yazmaya kalkışanların yarattığı bu ağır bunalım atmosferi, edebiyatın soluk almasını engelliyor artık… Umutsuzluğu örgütlemenin ve yazmanın kolaylığından sıyrılınmadığı sürece de, edebiyatımızın nefes alması zor. Insanların daha çok üzüntü ya da bunalım yaşadıkları zaman şiir yazmaya kalkışmaları, her ne kadar anlaşılır bir şey olsa da, kendisine edebiyatçıyım diyen birisinin, yazdığı üründe iç dökmekten daha farklı bir şeyler sunmasını beklemek gerekmiyor mu?

Neo-Lİberalİzm ve Sol

Birikim dergisinin Aralık sayısında Emin Alper, önemli bir soruna değiniyor “Neo-Liberalizm Çağında Demokrasi: İçi Boş Bir Kabuk mu?” adlı yazısıyla. Solun, “Demokratik Açılım” ekseninde AKP’ye eleştirel bakışını sorguluyor, benzer bir süreç yaşamış Latin Amerika sol geleneğine bakarak. Solun, bu sürece salt kuşkuyla bakmak yerine, aktif olarak katılmasını gerektiğini söylüyor. “Askerin gücünün geriletilmesi, her türlü toplumsal meselenin inkârına odaklanmış bir otoriter zihniyetin yerinden edilmesi ve güvenlik rejiminin temel meşru dayanağı olagelmiş Kürt sorununun çözümü ihtimali ve de bunların doğuracağı yasal değişiklikler anlamında toplumun tüm ezilen kesimlerinin çıkarına olabilecek imkânlar” barındırıyor diyor yazısında Emin Alper.
Acaba öyle mi? Bu bir imkân mı, yoksa başka bir tür imkânsızlık mı? Öncelikle, yazıda belirtilen sorunların çözümü, öyle yukarıdan aşağıya uygulanacak bir şey olabilir mi? Mesela AB’ye girebilmek için, AB aracılığıyla pek çok demokratikleşme hamlesi yaptı Türkiye… Yasalar değiştirildi bol bol… Peki, biz bu sayede daha demokratik mi olduk? Bütün mesele, daha demokratikmiş gibi gözüken yasalarla mı yönetilmekti? Özgürlük, mücadele etmeksizin tepeden indirilen bir şeyse, ne kadar özgür olunabilir ki? Sivil toplum örgütlerinin, partilerin, sendikaların dışarıda bırakıldığı, salt AB ve hükümetin işbirliğiyle demokratikleştirilebilir mi bir ülke? Sorunun asıl özneleri dışarıda bırakıldığı sürece, her şey göstermelik bir oyuna, sahne şovuna dönüşmüyor mu? Önemli olan demokratikleşme mi, yoksa bu demokratikleşmeyi kimin gerçekleştirdiği mi? Özgürleşmenin nasıl olacağı, özgürleşmenin kendisi kadar önemli değil mi? Bir tarafta taş atan çocukların hapsedildiği, linç girişimi yapanların ise serbest bırakıldığı sözde demokratik bir ortamda, nasıl sürece aktif olarak katılabilir ki?

Aklıma, Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın “bu ülkeye komünizm gerekirse onu da biz getiririz” sözleri geliyor. Mesela 1960 askeri darbesi, pek çok özgürlük getirmiş gibi gözükse de, o özgürlükler verildiği gibi aynı yöntemlerle geri alınmıştı. Eğer 60 darbesi olmasaydı, bilinçlenen ve örgütlenen halk, 60 darbesinin verdiğinden daha fazlasını alacaktı belki de… 60 darbesine ümit bağlayanların yaptığı hatayı, bugün AKP hükümetine umut bağlayanlar tekrarlıyor. Işte asıl güvensizlik ve ümitsizlik de burada barınıyor. “Ordu göreve” diyenlerle, “AB özgürlük” diyenlerin ortak ümitsizliğidir bu. Solun, bu iki seçenek dışında başka bir yol görmesi ve göstermesi çok daha mühim ve acil bir sorun. Bu da neo liberal ve ulusalcı ümitsizliklerden yakasını sıyırmasıyla mümkün olabilir ancak.

Birikim’in Aralık sayısında, hoş bir sürpriz de var: Otomobil dosyası… Enis Akın’ın Andre Gorz’un, Ayşecan Ay’ın, Paolo Volpara’nın ve Aydan Çelik’in yazıları, kentleri işgal eden bu taşıtın ideolojisini ve gerçekliğini gözler önüne seriyor. Enis Akın’ın yazısının başlığı gibi “Otomobil Hapishanesi”ne kapatılmış olduğumuzun pek farkında değiliz aslında. Eskiden boş gezenler, kendilerine “kaldırım mühendisi” diye takılırlardı. Kaldırımlarda yürümek artık mümkün olmadığı için, uzun zamandır bütün kaldırım mühendisleri işsiz…

Bülent Usta (Birgün, 6 Ocak 2010)

0 yorum: