ÇUKUR HAYATLAR

Posted: 18 Ağustos 2010 Çarşamba by bülent usta in
0


Bence hepimiz “kitle kültürü” denilen derin bir çukurun içine atılmış durumdayız. Bu çukur, televizyonun o ışınlayıcı etkisiyle her geçen gün daha da büyüyüp derinleşiyor. Aslında, biz küçüldüğümüz için, çukur derinleşiyor da olabilir. O çukurun içinde kaldığımız sürece birbirimize daha çok benzeyeceğimiz, ortak alışkanlıklarımız sayesinde aynı şekilde davranıp düşüneceğimiz kesin. Romanlara ilham veren karakterler de birbirine benzeyen insanların dünyasında kaybolup gidecek yavaş yavaş. Belki günümüzde yazılan romanlarda görülen nostalji rüzgârının nedeni de budur.

Dost Kitabevi Yayınları’ndan Hakan Gür’ün çevirisiyle çıkan antropolog Clifford Geertz’in “Kültürlerin Yorumlanması” adlı kitabındaki bir cümle özellikle dikkatimi çekti: “İnsan nasıl güneşe uzun süre bakamazsa, boşluğa da bakamaz.” Geertz, Endonezya’daki siyasi kültürü analiz ederken yapıyor bu tespiti. 1965’teki çeyrek milyon insanın ölümüne neden olan askeri darbe sonrası, büyük bir kültürel belirsizlik ortaya çıkmış ve bu kültürel belirsizliği, ulusçu klişelerle şekillendirilmiş bir kitle kültürü doldurmuştu. Benzer bir süreç, 12 Eylül darbesiyle birlikte Türkiye’de de yaşandı. Şimdi o kitle kültürü çukuru, edebiyatımız dahil her şeyi içine alarak endüstrileştirirken, siyasi kültürümüzü de büyük bir yıkıma uğrattı. Bu yeni durumun siyaset kültüründeki karşılığı da ANAP’la başlayan AKP’yle devam eden, ilerlemeci-muhafazakâr bir hat oldu. Bir siyasi partinin hem ilerlemeci (ilerici değil), hem de muhafazakâr olması, anlaşılması zor bir şey gibi gözükse de, aslında Endonezya gibi pek çok üçüncü dünya ülkesinde rastlanabilecek olağan bir durum. Aslında CHP’nin de kitle kültüründen nasibini alıp ulusalcı klişelere bel bağlaması kaçınılmaz bir süreçti bir bakıma. Kitle kültürü, Frankfurt Okulu’ndan Martin Jay’in de bahsettiği gibi asla demokratik olamaz. Popüler kültürün endüstrileşmesiyle oluşan kitle kültürü, kitlelerin tüketmesi ve yönlendirilmesi için üretilen bir kültür olduğu için, faşizmle büyür, gelişir…

İşte bu “kitle kültürü” çukuru içinde, çukurun dibindeki karanlık boşluğa ya da çukurun tepesindeki aydınlık boşluğa bakıp duruyoruz. Çukurun içinde ya da dışında boşluktan başka bir şey yokmuş gibi gözüküyor. Çukur demişken, Paul Auster’in Can Yayınları’ndan çıkan “Karanlıktaki Adam” adlı romanındaki Owen Brick’i anımsadım. Derin bir çukurda gözlerini açan, oraya nasıl geldiğini, kim olduğunu, üzerinde neden asker üniforması olduğunu anımsamayan Owen Brick… Nasıl Brick, o çukurun içinde belleksizse, biz de içinde bulunduğumuz çukurda belleksiz bir hayat sürüyoruz. Baktığımız boşluk, bizim belleksizliğimizden başka bir şey değil aslında. Geertz, “İnsan uzun süre boşluğa bakamaz” derken, bellek sahibi bir insanı düşünüyordu muhtemelen. Halbuki insan belleksizse, zaten boşluğun kendisi olduğu için, baktığı şey de boşluk olmayacaktır.

Walter Benjamin ve Adorno, kitle kültürüne ve kültür endüstrisine dair ciddi saptamalarda bulunarak, içine atıldığımız bu çukurun nasıl kazıldığını ve insanların o çukurlara nasıl atıldığını yazmışlardı. Sanatçılar, bazen sezgisel, bazen de bilinçli bir biçimde bu çukurdan çıkmak için üretirlerdi eskiden. Şimdi yine içinde bulunduğumuz bu çukurdan çıkmak isteyenlere rastlamıyor değiliz. Ama bu defa sanatçılar, bu çukurdan daha büyük çukurlara, uluslararası çukurlara atlamak için çıkmak istiyorlar sanki. Çünkü çukurdan bireysel firarların pek işe yaramadığının, en fazla marjinal olarak anılacaklarının farkındalar. Çukurdan çıkmak, çıkmakla kalmayıp o çukuru doldurup kapatmak, Geertz’in bahsettiği gibi kitlelerin değil “halk”ların işidir. Şöyle diyor Geertz: “Ama bir kez bir nüfus yerine bir halk olma, bu dünyada sayılan ve dikkat edilen, tanınan ve saygı duyulan bir halk olma arzusu ortaya çıktı mı, bu arzu, gerçekleşmemesi durumunda belli ki yatıştırılamaz niteliktedir. En azından şimdiye kadar hiçbir yerde yatıştırılamadı.” Aydınların işi, halk olma arzusundaki nüfusları yatıştırmak yerine, onların halk olma mücadelesini desteklemek olmalı. Bana öyle geliyor ki, Kürtlerin kendi çukurlarından çıkma mücadelesi, boşluğa bakmaktan körelen gözlerimizi yeniden açabilir. Darbelerle dengesi bozulan bir halkın kitleler halinde tıkıldığı bu çukurlarda gidebileceği başka bir yön yok çünkü.

Geertz’in başka bir önemli tespiti daha var: Ulusçu duyarlılıklardaki artış, ulusal hayal kırıklılıklarıyla doğru orantılı. Bu topraklarda sadece Kürtler hayal kırıklığı yaşamadı. Otuz yıl boyunca darbeci bir anayasayla yönetilen, ekonomik ve kültürel açıdan ciddi sorunlarla boğuşan, baskıcı ve paranoyak siyasi bir iklimde yönsüz ve amaçsız bırakılan halkların kitle kültürü içine hapsedilerek çukurlara gömüldüğünü unutmamak gerek. AKP gibi, ilerlemeci-muhafazakâr ya da CHP gibi devletçi ve ulusçu siyasi geleneklerin bir tür “çukur siyaseti” yaptığını da unutmamak gerek.

Çukurun dibine uzanmış, gökyüzündeki aydınlık boşluğa bakarken, Calvino’yu anımsadım. Makalelerinden birisinde “ateşin içinden yanmadan geçecek olan sınırlı sayıda aydın”dan bahsediyordu. Kendiliğindenliğini kaybetmiş ya da kaybettirilmiş kitlelere bilinci ve tasarımı, kültürel miras aracılığıyla ancak onlar taşıyabilecek geleceğe... Çukur, bir kara deliğe dönüşüp hepimizi yutmadan...

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 18 Ağustos 2010)

0 yorum: