SEROTONİN BAĞIMLILIĞI

Posted: 27 Ağustos 2010 Cuma by bülent usta in
0


Serotonin salgılayan bu topraklarda neşeli olmayı nasıl başarabiliriz? Serotonin, beyindeki damarların kasılmasını sağlayan, çoğalınca mutsuz, azalınca da mutlu eden bir tür kimyasal... Depresyonun hammaddesi yani… Kapitalizm, insanlığın beyin hücrelerini söndürecek kasılmalar üretmekte benzersiz güçlere sahipken, depresyonu bu çağda hastalık olarak değerlendirmek mümkün müdür acaba? Hele ki, bizimki gibi ülkelerde, asgari ücreti, işsizliği, para tuzağı haline getirilen eğitim sistemini, linç çetelerini “sade vatandaş” olarak nitelendiren medyayı düşünürsek, serotonin içinde yüzdüğümüz bile söylenebilir. Yüzemeyip, bir de boğulanlar var tabii… Fiziksel olarak ölmeseler bile, ruhsal olarak öldükleri kesin…

Max Frisch’in, YKY’den çıkan “Günlükler”inin 1966–1971 yıllarını kapsayan ikinci cildinde, 68 Paris Olayları’nın bir tanığı olarak kendi kendisini sorguya çektiği bir bölüm var. Resmen kendisini bir polise ya da savcıya ifade verir gibi sorgudan geçiriyor. Sokakları, üniversiteleri işgal eden gençler için şöyle soruyor “A” kişisi: “Sence eksikliğini hissettikleri şey ne olabilir?” “B” kişi şöyle yanıtlıyor bu soruyu: “Örneğin şu deri ceketli, su püskürtücülerinin üzerine yürüyen gencin, haz almak dışında nasıl bir beklentisi olacağını bilmiyorum doğrusu.”


Haz almak… Tıpkı serotonin gibi, o su püskürtücüleri ya da tanklar da hazzı engellemek için oradalar. İnsanların “haz alma”sını ne kadar engellerseniz, onları o kadar zararsız hale getirirsiniz. O deri ceketli genç, sevişmekten ya da yemek yemekten aldığı hazzın bir benzerini, belki de daha fazlasını, tankların üzerine yürürken alıyordu. Aklıma Sitüasyonistlerden, “Gençler İçin Hayat Bilgisi / Gündelik Hayatta Devrim”in yazarı Vaneigem ve onun “Hayatta Kalma Hastalığı” teorisi geldi, o deri ceketli gencin yaşadığı hazzı düşünürken. Ona göre sistem, coşku ve hazzın karşıtıdır her zaman. Serotonin, “Hayatta Kalma Hastalığı”nın ürettiği kaygı ve endişenin bir ürünüdür bir bakıma. Bize sürekli ölümü düşündürten, daha doğrusu ölümle tehdit eden, bunun sonucunda da arzuları denetimine alıp, hazzı çeşitli bedellere bağlayan bu sistemin serotoninle beslenerek büyüdüğü bir gerçek.

Max Frisch’in günlüklerinde, kadınlarla, mizahla, parayla, umut ya da umutsuzlukla ilgili daha pek çok sorgulama var. Bu sorgulamalar, öylesine didik didik edici, öylesine şaşırtıcı ki… İddia ediyorum ki, Frisch’in sorduğu sorulara dürüstçe yanıt verebilecek herkes, kendi iç dünyasındaki engellenmişliği, faşizmi ve haz mezarlığını rahatlıkla keşfedebilir. Özellikle bizimki gibi, “kitle kültürü” içine hapsedilmiş insanların bu sorulara yanıt vermekte ne kadar zorlanacağını düşünemiyorum bile.

Mesela bir işadamına şöyle bir soru sorduğumuzu düşünelim: “Kendi zenginliğinizi nasıl haklı çıkarırsınız?” Frisch, bu soruya şıklar da koymuş. O şıklardan bazıları: “a) Tanrı rızasıyla mı? d) Herkesi besleyen ekonomik bir sistemi sadece zenginlerin döndürebildiklerine, yani girişimci ruha inanarak mı? h) Burjuvazinin kâr sistemiyle hiçbir ilgisi olmayan ahlaki alanlarda örnek teşkil edebilecek bir vicdan gösterip bu sayede çevre koşullarına uyum sağlayarak, kültürel alanlara ve sanat anlayışına karşı duyarlılık geliştirerek mi?”

Frisch’in şiddetle ilgili sorgulamaları da ilgi çekici. “A” kişisi şöyle soruyor “B” kişisine: “Varsayalım, eli silah tutan bir grup insan, Oerlikon’daki fabrikaları ele geçirip Bührle holdingini, şirket savaş ticaretini kesmezse fabrikalarını havaya uçurmakla tehdit etsin… Bununla ilgili olarak ne düşünürsün?” “B” kişisinin yanıtı: “Lev Tolstoy şiddetin her türlüsünü yargılar, cinayet olarak nitelendirdiği savaşı da öyle. Bührle holdinginin Tolstoy’u referans alabileceğini sanmıyorum.”

“B” kişisinin yanıtında “eli silah tutanlar”la ilgili bir açıklama yok. O, savaş ticareti yapan şirketin şiddetini yanıtlıyor, Tolstoy’u referans alması gerekenlerin devletler ve şirketler olduğunun altını çizerek. Aynı soruyu, bizim yazarlarımıza sorsak, sanırım herkes öncelikle “eli silah tutan” insanların şiddetiyle ilgilenecektir. Öyle de olmuyor mu zaten?

“A” ve “B” kişisinin tartışmasının başka bir yerine odaklanalım. Özellikle “anayasa referandumu”nun yaklaştığı bugünlerde… Şöyle diyor “B” kişisi: “Hukuk devletine inanan halkımız için üç-dört suçlunun bulunmuş olması yeterli. Bunun ötesinde önemli olan sadece iktisat, kurumlar ve anavatan arasında kendini kanıtlamış ilişkilerdir.”

“A” kişisi, bu sözler üzerine soruyor: “Halkımızın aptal olduğunu mu düşünüyorsun?”

“B” kişisi: “Holding sahibinin gülüşünü gazetede gördüğümde kendimi aptal gibi hissediyorum. Hakkı var. Hapse girmesine bile gerek kalmadan ödeyeceği para cezasını masraf gösterecek, kaldı ki ödemesi gereken meblağ, holdingin bugüne kadar ödediği rüşvetlerin yanında devede kulak kalıyor… Onu her tür şiddetten koruyan hukuk devleti için yapılmış masraflar.”

Max Frisch, hayatta olsaydı ve Türkiye’de “anayasa referandumu”na katılsaydı, nasıl bir oy kullanırdı acaba diye düşünmüyorum hiç. Serotonin salgılayan bu topraklarda neşeli olmayı nasıl başarabileceğimiz daha önemli bir sorun benim için. Çünkü bu topraklarda yaşayan herkes, biraz serotonin bağımlısıymış gibi geliyor bana. İçimizde sanki ağlayan hep küçük bir çocuk var... O küçük çocuğu da serotoninle besleyerek büyüttüğümüz için olsa gerek, dakka başı ağlayan birilerinin olduğu TV dizilerini, ağlayan ve ağlatan şarkıları daha çok seviyoruz. Edebiyatçılarımızın bir kısmı da çok seviyor hüznü, hüzünlenmeyi. Neredeyse hüzünlenmeden şiir ya da öykü yazmaları mümkün değilmiş gibi geliyor bana. Kendi yaratıcılıklarını, serotonin damlayan kalemleriyle boğmalarına üzülüyorum ister istemez. Bizim daha fazla hüzne değil, yaratıcı hazlara ihtiyacımız var.

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 25 Ağustos 2010)

0 yorum: