TATİLSİZ TATİL

Posted: 16 Ağustos 2010 Pazartesi by bülent usta in
0

Bu hafta tatile çıktım. Avşa’dan başlayarak ada ada geziyorum. Ada, ütopyayla eş anlamlı kullanılır çoğunlukla. Sularla çevrili kara parçası, edebiyatçıların da ilgi kaynağı oldu hep. Zülfü Livaneli’nin de Remzi Kitabevi’nden “Son Ada” adlı bir romanı yayımlanmıştı geçen yıl. Livaneli’nin siyasi duruşundan farklı mesajlar taşıyan bir romandı. Beğeniyle, hayret ederek okuduğumu anımsıyorum. “Son Ada”da, mutlu ve kendi halinde insanlarla dolu bir adaya, emeklilik yıllarını geçirmek üzere darbeci bir başkanın gelişini ve adayı nasıl yok edişini anlatmıştı Livaneli. Darbeci başkan, ağaçları budayarak başladığı asayiş işini, martılara savaş açıp onları yok etmeye kadar vardırıyordu. Martılara savaş açan bir diktatör… Ne kadar da güzel tarif ediyor faşizmin gerçek yüzünü. Martı deyince, bir başka yazımda bahsettiğim Musa adlı şair arkadaşımı anımsarım hep. Ne zaman birlikte vapur yolculuğu yapsak, “farkında mısın, martıların sayısı her geçen gün azalıyor” derdi bana. Ben de ona “yoksa sayıyor musun martıları” diye takılırdım. O günlerde 19 Aralık katliamı yaşanmıştı ve martılar teker teker öldürülüyordu bu ülkede. Sıranın güvercinlere geleceği de belliydi… Emekli general Atilla Kıyat’ın “faili meçhul cinayetler, devlet politikasıydı” diye tarif ettiği o günler, çok mu geride kaldı şimdi?.. Herkesin bildiği bir şeyi, emekli bir generalin söylemesi elbette önemli. Şimdi onu birileri hainlikle suçlayacaktır, yargısız infaz yapanları kahraman olarak gördükleri için olsa gerek. İthaki Yayınları’ndan iki cilt olarak yayımlanan Ahmet Şık ve Ertuğrul Mavioğlu’nun “Ergenekonda Kim Kimdir? Kırk Katır Kırk Satır” adlı kitabını mutlaka okumak gerek. Okumak gerek ama, faili meçhul cinayetlerin kimler tarafından nasıl işlendiğini bilmek, insanın ruh sağlığını tehdit edecek kadar ağır bir etki bırakabilir. Çocuklarımıza bu cinayetleri nasıl açıklayacağımızı bilemiyorum. Korku filmlerinin en pervasız olanlarında bile böyle bir vahşete ve acımasızlığa rastlamak mümkün olmasa gerek.

Belki de, yaşamın bunca vahşeti hiçbir şey olmamışçasına kaldırabilmesi, bende bir ada özlemi yaratmıştır, kim bilir… Eskiden beri bir adaya yerleşme hayali kurar dururum. Neden bir sahil kasabası ya da dağ başında bir köy değil de bir ada? Örneğin Marmara Adası’na yerleşip orada balıkçılık yapmayı, küçük balıkçı kulübemde romanlar yazmayı hayal ederdim. Sanırım adaya yerleşme isteğim, inzivaya çekilme, o adayı bir beden gibi giyinip yalnızlığımdan kurtulma arzumun bir yansımasıydı. Sonraları, yazma arzusunun da insanı bir adaya dönüştürdüğünü fark etmiştim. Yazabilmek için dış dünyadan kopmak, kendine ait bir dünya ve o dünyayı koruyacak mesafeler yaratmak gerekiyordu. Yani, bir ada olmak, etrafı sularla çevrili bir yerde yaşamak, bana “sonlu sonsuzluğu” anımsatmıştır her zaman. Sınırları belli bir kara parçası içisinde, sonsuzmuş gibi gözüken bir denizle kuşatılmak… Yaşam, sonlu bir sonsuzluktan başka ne olabilir ki?..

Adaya ayak bastığımdan beri, dünyadan uzaklaşmışım gibi hissediyorum. Bu durumun bir nedeni de tatilde oluşum elbette. Tatilin pek çok tanımı olsa da, ben tatili uzaklaşmak olarak anlıyorum. Yaptığın işten, gündelik hayattan, seni sarıp sarmalayan her şeyden bir parça uzaklaşmak… İnsanlar genelde sahil kenarında bir şezlonga uzanıp saatlerce güneşlenmeyi, akşam olunca da kendi zevkine uygun bir eğlence mekânında eğlenmeyi tercih ediyor. Bu güneşlenme aktivitesine ben de katıldım birkaç gün. Öyle boş boş denize ya da gökyüzüne bakarak yatıyorsun. Arada denize girip serinlemek dışında başka bir şey yapmana da gerek yok. Bir tür yoga gibi… Bu güneşlenme aktivitesini, güzelleşmek için kullananlar da var elbette. Ama insanların tatil deyince, güneşlenmeyi anlaması önemli bir gösterge bence. İnsanlar, dış dünyadan kaçmak istiyor. Aydınlatılamamış faili meçhullerle, ekonomik ya da idari krizlerle, eksik olmayan çatışma ve ölüm haberleriyle dolu bir dünyadan… Metropoellerin insanları sürekli aşağılayan, hayata seyirci kalmaya zorlayan sistemden bunalmış bir halde, hiçbir şey düşünmeden, hiçbir kaygı duymadan saatlerce yatmak, akşam olunca da, bir disko ya da meyhanede içip unutmak istiyorlar sanki... Bir tür arınma aktivitesi gibi... Dinlenmiş ve dinç birisi olarak yeniden kaçtıkları hayata döneceklerini ve bu döngünün emekli olup sürekli tatil hakkı kazanana kadar süreceğini anımsamamaya çalışarak eğleniyorlar. Tabii bu ülkedeki çalışanların önemli bir kısmının, bu kısa süreli uzaklaşmaya bile sahip olamaması da başka bir acı gerçek…

Bir adadayım ve etrafım denizle çevrili… Okuduğum kitapların hiçbiri güncel değil. Adalarda sokak köpeklerinin neden hiç havlamadığı gibi konularla meşgul ediyorum kendimi. Toprağa uzanıp gökyüzüne bakıyorum. Nasıl da özlemişim gökyüzüne bakıp hayaller kurmayı… Gökyüzüne bakarken, bulutların gizli bir metine ait satırlar gibi zihnimin içinde aktığına tanık oluyorum. İşte o zaman anlıyorum, yazarların tatili olmadığını…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 11 Ağustos 2010)

0 yorum: