BÜYÜK YASA

Posted: 15 Temmuz 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Üniversitede öğrencilik yaparken, İslamcı bir genç yanaşmıştı yanımıza. “Anlamıyorum” demişti, “siz öteki dünyaya inanmadan bunca acıya, işkenceye nasıl katlanıyorsunuz? Eğer ki siz materyalistseniz, kendinizi nasıl başka hayatlar için tehlikeye atabiliyorsunuz?”
Yanımdakiler uzun uzun bir şeyler anlattılar, bir tür mahşer gününü andıran devrimden, bir tür cennet hayalini andıran komünizmden, materyalizmin gerçekte ne olduğundan ve daha pek çok şeyden bahsettiler. Ne var ki, anlatılanlar bir şey ifade etmemişti o gence. Kafasındaki o büyük soruyla ayrılmıştı yanımızdan. Gerçekten anlamıyordu Che’yi, bakan koltuğunda oturmak yerine Bolivya dağlarında ölüme sürükleyen itkinin kaynaklarını. Bir tür din gibi gözüküyordu ona sosyalizm, anarşizm… Tam da o günlerde Albert Camus’nün ‘Başkaldıran İnsan’ adlı kitabını da okuyordum ki, o İslamcı gencin sorusu kafamı epey meşgul etmişti. Bir edebiyatçı olarak o sorunun yanıtını hissetmeme rağmen tam olarak dile getiremiyordum bir türlü.

Mesele gerçekte ideolojilerin kendisiyle ilgili değildi çünkü. Bir insan, sadece devrim için değil, başka şeyler için de pek çok acıya katlanabilir. Aşkı, çocuğu, şiiri, ya da hiç tanımadığı insanlar için bile gözü kapalı gidebilir insan ölüme. Tıpkı Nâzım’ın ‘Yaşamaya Dair’ adlı şiirinde yazdığı gibi: “Mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, / yahut kocaman gözlüklerin, / beyaz gömleğinle bir laboratuarda / insanlar için ölebileceksin, / hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, / hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, / hem de en güzel en gerçek şeyin / yaşamak olduğunu bildiğin halde.”

Aslında Nâzım, aynı şiirin son mısrasında, tüm bu soruların gizli yanıtını da verir: “Yaşadım diyebilmen için...”

“Yaşadım” diyebilmek için ölüme gitmek mi? Üstelik sonunda ödül olarak ‘cennet’ filan beklemeksizin… Nâzım’ın verdiği yanıtın gizlediği bir başka şey vardı; aklın ve dünyanın kurallarından bağımsız, ondan daha güçlü bir şey... Ben ona, son zamanlarda okuduğum bir romandan esinlenerek ‘büyük yasa’ diyeceğim. Kafka ya da Dostoyevski gibi edebiyatçıların bu ‘büyük yasa’nın izini sürerek yapıtlar ürettikleri düşünülürse, belki o ‘büyük yasa’yı anlamaya çalışmanın kendisiydi sanat ve edebiyat… Yoksa, çeşitli dalları ve araçlarıyla bilimin kendisi varken, insan neden sanata ihtiyaç duysundu ki… Bilim, aklın ve dünyanın kurallarıyla uyum içinde pek çok soruya kesin ve doğru yanıtlar verebilirken, sanat bu yanıtlardan beslense de, hatta zaman zaman bilime yol gösterse de, her zaman başka bir şeyin peşinde olmuştu. Tanrı’yla, devletle, akılla ilgisi olmayan o ‘büyük yasa’nın peşinde…

Eszter ve Asya

Neredeyse her sanat yapıtında, okuduğum her romanda karşıma çıkan bu ‘büyük yasa’, bu defa Slovakya doğumlu, Macaristan’ın önde gelen çağdaş yazarlarından Sandor Marai’nin YKY’den çıkan “Eszter’in Mirası” adlı romanında karşıma çıktı. Bu kısacık roman, bir aşk hikâyesini anlatıyor görünürde. Kırık bir aşk hikâyesini…

Romanın başkahramanı Eszter, gençliğinde Lajos adında bir adama âşık olur. Ama adam, yalancının, dolandırıcının tekidir. Yüreği adamı sevse de, aklı ondan uzak durmasını buyurur. Ve olaylar öyle bir gelişir ki, aklın ve dünyanın kurallarına boyun eğen Eszter, ablasının sevdiği adamla evlenmesine bile göz yumar. Göz yumar ama Lajos’u ne kadar çok unutmaya çalışırsa çalışsın, bir türlü beceremez. Kimseyle de evlenmez. Ve yıllar sonra bir gün Lajos çıkagelir... Eszter, Lajos’la hesaplaşırken kendisiyle de hesaplaşır ve yakın dostu Endre’ye şunları söyler romanın bir yerinde: “Eğer ben, yirmi yıl önce gerçekten bilge ve içten birisi olsaydım bir gece ablamın nişanlısı Lajos’la evden kaçmış olacaktım. Yirmi yıl önce gözü pek, bilge ve içten bir insan olsaydım böyle davranmam gerekirdi. Nasıl olurdu, bilmiyorum. Büyük bir olasılıkla şimdi olduğundan çok daha iyi veya keyifli olmazdı herhalde ama o zaman hiç değilse dünyanın da, aklın da kurallarından daha güçlü bir yasaya veya buyruğa boyun eğmiş olurdum…”

Dünyanın da, aklın da kurallarından daha güçlü bir yasaya boyun eğmek… Neydi bu yasa? Kim koymuştu bu yasayı, Tanrı mı, devlet mi? Hiçbirisinin Eszter’in bahsettiği yasayla bir ilgisi olmadığı ortada. O ‘büyük yasa’ya boyun eğmediği için mutsuz olan bu kadının, Lajos’u değil de kendisini suçlaması nasıl açıklanabilir? Eminim aklın ve dünyanın kurallarına boyun eğen çoğu kişi, Eszter’i anlamayacak, hatta böyle düşündüğü için ayıplayacaktır da... Ama Eszter, ömrünün son günlerinde aşkın değil de aklın yasasına boyun eğdiği için, her ne kadar rahat bir hayat sürse de mutlu olamamıştır hiçbir zaman.

Eszter’in ortaya attığı bu tezi düşünürken, herkesin ezbere bildiği bir filmin romanı olan ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’ı anımsadım. Cengiz Aytmatov, romanını tam da Eszter’in bu sorusu üzerine kurmuştu. Hangi yasaya boyun eğmeli insan? Bir tarafta, onu en zor gününde yalnız bırakmamış, çocuğuna babalık yapmış bir adam, diğer tarafta büyük bir aşkla evlendiği halde, onu çocuğuyla ortada bırakmış, sonradan yaptığı hatayı fark edip geri dönmüş âşık olduğu adam... Romanda kadın, aşkının peşinden gitmez ve çoğu kişi gözyaşları içinde kadının bu kararını desteklemiştir muhtemelen. Peki ya, yıllar sonra romandaki Asya, tıpkı Eszter gibi kararından pişmanlık duyarsa… Sanırım, bu sorunun yanıtını kolay kolay kimse veremez. Çünkü Eszter’in bahsettiği o ‘büyük yasa’nın kuralları, aklın ve dünyanın kuralları kadar belirgin ve net değildir hiçbir zaman…

O İslamcı gencin sorusuyla, Eszter’in yanıtı arasında doğrudan bir bağ göremeyebilirsiniz belki… Ama ‘büyük yasa’ da zaten böyle bir şeydir. Görülmez, hissedilir ancak…

Bülent Usta (Birgün, 15 Temmuz 2009)

0 yorum: