CENAZE ALAYI

Posted: 1 Temmuz 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Arjantin’de gözaltında kaybedilenlere dair gizli bir arşivin bulunduğu daha yeni ortaya çıkmıştı ki, Honduras’tan askeri darbe haberi geldi. Bilindiği gibi, Arjantin’deki cunta döneminde 1976 ile 1982 yılları arasında 30.000 kişi kaybedilmişti. Türkiye’deki 1980 askeri darbesinin de o yıllara denk gelmesi, tuhaf bir rastlantı olmasa gerek. Peki Türkiye’de birilerinin hâlâ, onca yaşanmışlığa ve acıya rağmen 80 darbesini savunmasına ne demeli?

Banu Güven’in NTV’de sunduğu haber programını izlerken, 1981 Danışma Meclisi Üyesi İmren Aykut’la olan konuşmasına denk geldim. İmren Aykut, “Halkın %92’sinin evet dediği bir anayasa bu” diyerek 82 Anayasasını ve askeri darbeyi savunurken, Banu Güven’in “Aynı zamanda hayır propagandası yapanların toplatılıp işkence yapıldığı anayasa” diyerek İmren Aykut’a bir hatırlatmada bulunması dikkate değerdi doğrusu. İmren Aykut, sanırım gazeteci duyarlılığına sahip böyle bir karşılığı beklemiyordu ki, bir an ne diyeceğini bilemedi. Tıpkı, başka bir programda Hikmet Sami Türk’ün “19 Aralık Hayata Dönüş Operasyonu”na dair Banu Güven’in “12 kişinin hayatını kaybettiği, adıyla çelişkiye düşmüş bu operasyon konusunda içiniz rahat mı? Bir hukukçu olarak davanın zaman aşımından düşmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?” sorusunu sorduğu zaman yaşadığı şaşkınlık gibi. Banu Güven’in verdiği bu normal tepkilerin yarattığı şaşkınlığa, şaşırmadan edemiyor insan. Ve 12 Eylül ile 19 Aralık arasındaki o gizli bağ, insanın tüylerini diken diken ediyor açıkçası…

Gazeteci Lube Ayar’ın Profil Yayıncılık’tan çıkan ‘Firar’ adlı, Alaattin Çakıcı’yı ve Yargıtay-Mit ile ilişkilerini kaleme aldığı kitabı elime geçti bu günlerde. Bir tür macera romanı gibi kitabı okurken, tüm o mafya-siyaset-devlet ve iş dünyası arasındaki ilişkilerin bu kadar alenen yaşanıyor olmasına, biliyor olmama rağmen gene de şaşırmaktan kendimi alamadım. Sadece bu kitabı okumak bile, sahte olsun olmasın her tür darbe belgesinin mutlaka ciddiye alınması gerektiğini gösteriyor. Kitap, askeri darbelerle ilgili olmasa da, her askeri darbenin sadece askerlerden oluşmadığını, sivil uzantılarının da ağırlıklı bir role sahip olduğunu anımsatıyor, devletin mafyayla ilişkilerine ışık tutarak… Bence bu ülkede yaşayan herkes olabildiğince paranoyak olmalı… Honduras’ta yaşıyormuşcasına paranoyak…

Özcan Alper’in ‘Sonbahar’ adlı filminin final sahnesi canlanıyor gözümde hep, yaşanılanları düşündükçe. Hani, filmin başkahramanı Yusuf, annesiyle aynı odadadır ve annesine bir müzik çalgısı olan tulumuyla bir şarkı çalar ya... Annesi yerinden kalkıp pencereden aşağıya bakınca, ormanın içinden evlerine bir cenaze alayının yaklaştığını görür... O cenaze alayı, hastalığı ilerleyen Yusuf için geliyordur. Ne kadar da benziyor yaşadığımız şeyler, o cenaze alayının uzaktan gelişine… Darbelerin, savaşların, yoksulluğun, aslında aynı şeye hizmet ettiği apaçık ortadayken… Bir tarafta Nida’ların, diğer tarafta Alex’lerin öldürüldüğü, Engin Çeber’lerin işkencelerde katledildiği bu karanlık çağın sonunu, Yusuf’u almaya gelen o cenaze alayını bekler gibi beklemek mümkün değil. Honduras’ta nasıl halk engelleyecekse askeri darbeyi, bizde de 12 Eylül’ü kara bir lanet gibi bu toprakların üzerine çökertenlerin bir gün hesap verecekleri kesin. Sadece 12 Eylül mü? O kadar çok tarih var ki, acılarla tıka basa doldurulmuş… Ve öyle çok cenaze alayı geçmiş ki, sokaklarımızdan… Bazen nasıl bu kadar da normal, hiçbir şey olmamış gibi yaşıyor oluşumuza hayret ediyorum. Sanki hiç 12 Eylül’ler, 19 Aralık’lar olmamış, bu tarihler takvimlerde hiç yer almamış gibi…

Pencereyi açıp sokağa bakma ihtiyacı duyuyorum, içime çöken karanlığı dağıtmak için. Ama o da ne, tıpkı ‘Sonbahar’ filmindeki gibi bir cenaze alayı yaklaşmıyor mu bizim sokağa. Hem de öyle büyük bir cenaze alayı ki… Cenaze alayındakiler, bizim mahallede yaşayanlara da benzemiyor hiç. Büyük bir merak içinde sokağa fırlıyorum. Kimin cenazesi bu ve onu taşıyan bu insanlar da kim? Çünkü hepsinin yüzü tanıdık geliyor bir yerlerden. Bir de ne göreyim, Hrant Dink cenaze alayının ön saflarında... Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, Abdi İpekçi ve daha niceleri… Öylece kalakalıyorum tanık olduğum bu manzara karşısında… Tersanede ölen işçiler, namus cinayetlerine kurban edilenler… O kadar kalabalık bir cenaze alayı ki bu, ucu bucağı gözükmüyor. Geçen hafta İran’da ölen Nida bile bu kalabalığın içinde. Sonra bu cenaze alayındaki başka bir ayrıntı dikkatimi çekiyor. Sanki taşıdıkları bir cenaze değilmişçesine neşeli bir kalabalık bu aynı zamanda. Bir karnaval geçidi izliyormuş gibi hissediyorum kendimi. Büyük bir karnavala gidiyor bu insanlar, dans ederek… Ve öylesine büyük bir gururla yürüyorlar ki, onları gözyaşları içinde izlemekten kendimi alamıyorum. Kendimi tutamayıp aralarına karışmak istiyorum, ama cenaze alayıyla aramda görünmez bir duvar beliriyor hemen. Sadece ölülerden oluşan bir cenaze alayı olduğunu anlıyorum o an.

Benden başka bu cenaze alayını fark eden kimse yok sokakta. Herkes işinde, gücünde gözüküyor. Tam gördüğüm şeyin bir halüsinasyon olduğuna inanacakken, annesinin elinden tuttan küçük bir kız çocuğunun, parmağıyla cenaze alayını gösterip gülümsediğini görüyorum. Annesi, kızı kolundan tutup peşinden sürüklerken, onun o küçük neşeli kahkahaları asılı kalıyor sokakta…

Bülent Usta (Birgün, 1 Temmuz 2009)

0 yorum: