TÜNEL

Posted: 22 Temmuz 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Saatin alarmı çalınca sabah olduğunu anlıyordum artık. Çünkü dışarısı gece-gündüz her zaman karanlıktı. İşe gitmek için bile olsa sokağa çıkamıyordum. Evin içinden iş yerindeki odama bağlanan bir tünel vardı. O tünelin içerisinde sürüne sürüne gidiyordum işe. Çünkü sokaklar, caddeler, meydanlar insanlara yasaklanmıştı. Herkes bu şekilde evden işe, işten eve gidiyordu.
Her zamanki gibi, sabah alarmın sesiyle uyanıp kahvaltımı yaptıktan sonra, giysilerimin üzerine iş tulumumu ve madencilerinkine benzer lambalı kaskımı giyerek tünele girdim. İş tulumu, elbiselerimin tünelde kirlenmesini engelliyor, kaskımdaki lamba da karanlıkta önümü görmemi sağlıyordu.

Tünelde ilerlerken, yan dairede oturanın tünelinden bazı sesler duydum. Bir kadının hıçkıra hıçkıra ağlayan sesiydi bu… Tünellerin duvarları her ne kadar kalın olsa da, kadının ağlayan sesi rahatlıkla duyulabiliyordu tünelin içinde. Onu umursamadan işe gitmek için sürünmeye devam etmem gerekiyordu. Ama kadın öyle bir hıçkırırarak ağlıyordu ki, “Bayan, iyi misiniz?” diye sormak zorunda hissettim kendimi. Ben konuşunca, kadının ağlaması bir an durdu. Normalde, işyeri dışında kimseyle konuşamazdınız. Hele ki tünelin içinde konuşmak tamamen yasadışı bir durumdu. İşyeri dışındaki tüm konuşmalar, devletin dinlediği telefonlar, izlediği internet hatları sayesinde mümkün olabilirdi. Zaten işyerleri ve evlerin içi kameralarla gözetleniyordu. Hükümet yakın zamanda, tünellere de dinleme cihazları yerleştirmeyi planlıyordu.

Akşam işten eve dönerken de, kadının ağlamasını duydum tünelde. Ama bu defa ona bir şey sormadım. Kadının ağlamaları, uzun süre tek iletişim biçimimiz olarak kaldı.

Kadının kim olduğunu, neden ağladığını ne kadar merak etsem de, soramıyordum bir türlü. Belki bir gün benimle konuşmak ister diye, tünelden geçerken tünelin duvarına birkaç kere vurarak, orada olduğumu bildiriyordum sadece. Ve ben tünelin duvarına vurunca, birkaç dakika da olsa ağlamıyordu kadın. Ürktüğü için mi, yoksa onun ağlayışlarını duyan birisinin varlığını hissettiği için mi, hiç bilmiyordum.

Yazı yazarken kendimi o tünelin duvarında tıkırtı çıkarıyormuş gibi hissediyorum. Dokunamıyorsun bile… Sadece küçük bir tıkırtı… Buradayım demek için…

Herkesin tüneli, sadece kendisine ait olsa ve ayrı ayrı yönlere gitse bile, nihayetinde sadece bir tüneldi… Belki de edebiyat, sanat dediğimiz şey, o tünelleri birbirine bağlayan kapılardan başka bir şey değildir. Bir tıkırtıdan öte bir şey olmalı bu yüzden yazmanın kendisi… Örneğin başka tünellere açılan bir kapı ya da pencere… Kendimizi, kendi içimizde yalnız hissetmemizi engelleyecek bir güç…

Karadeniz’e Kadın Eliyle Öykü Tünelleri

Sel Yayıncılık’tan çıkan ‘Kadın Öykülerinde Karadeniz’ adlı kitap sayesinde, bugünlerde bir öykü şenliği yaşıyorum kendi tünelimde… Karadeniz’e hiç gitmemiş olsam da, oradaki tünellerde yaşayan kadınların iç dünyasına, zaman zaman neşeli, zaman zaman hüzünlü bir yolculuğa çıkmama neden oldu bu kitap. Fatma Teyzelerle, Gülizarlarla, Fadimelerle bir olup o tünellerde hem ağlaştık, hem güldük… Yeşim Ustaoğlu’nun öyküsü olmasa ben nereden tanıyacaktım Fatma Teyze’yi… Ya da Fatma N.’nin öyküsü olmasa, Karadenizli kadınların gündelik hayata dair konuşmalarının içinde gizlenmiş anlamlara nasıl tanık olacaktım. Bence, öykücülüğümüz kadın yazarlarımız sayesinde son yıllarda olağanüstü bir ivme kazandı. Ve bu ivmenin şiddetini Sel Yayıncılık’ın ‘Kadın Öykülerinde İstanbul’ ile başlayıp Ankara ve ardından Karadeniz’le süren dizisi çok iyi gösteriyor.

Efnan Dervişoğlu’nun hazırladığı ‘Kadın Öykülerinde Karadeniz’ adlı antolojide, Müfide Güzin Anadol, Dilek Aslaner, Erendiz Atasü, Gülseren Engin, Fatma N., Müge İplikçi, Zerrin Koç, Esra Odman, Leyla Ruhan Okyay, Derya Önder, Aysel Özakın Ingham, Semra Özdamar, Sevgi Özel, Kevser Ruhi, Diber Saka, Yaşar Seyman, Çiğdem Sezer, Aslı Solakoğlu, Yeşim Ustaoğlu, Umran Uygun, Saliha Yadigâr, Sevda Yüksel ve Zeynep Aliye’nin öyküleri yer alıyor. Ve her öykü, bir tünel gibi uzanıyor Karadeniz kadının dünyasına…

BirGün yazarlarından Yaşar Seyman’ın öyküsü ise, Ankara’daki bir Kafkas gecesinde geçiyor. Aslında öykü içinde bir öykü, kadın içinde bir kadın, kısacası tünel içinde bir tünele sürükleniyor insan, Seyman’ın öyküsünde. Büyük bir aşk ve o aşkın emanet edildiği bir dostluk hikâyesinin de eşliğinde, Karadeniz ve Kafkas ruhunu, mitoloji ve şiirlerden damıtarak aktarıyor yazar.

Edebiyatın hemen hemen her türünde ağırlığı daha da fazla hissedilen kadın edebiyatçıların varlığı, edebiyatımıza yeni bir çehre veriyor, bu çok açık.

45. Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanan Feryal Tilmaç’ın Okuyan Us Yayınları’ndan çıkan ‘Aradım Yaz Dediniz’ adlı öykü kitabı, insanın kendi iç dünyasında tünel kazarak nerelere varabileceğini göstermesi açısından iyi bir örnek… Ya da Aslı Erdoğan’ın Everest Yayınları’ndan çıkan ‘Taş Bina ve Diğerleri’nde kazdığı tünellerin içinde kaybolup da, insanın kendisine ait bir şeyler bulmadan çıkmaması imkânsız. Ya da Ayşe Sarısayın, Müge İplikçi, Karin Karakaşlı, Nalan Barbarosoğlu’nun öykülerine ne demeli… İçinde bulunduğum tünelin duvarlarına tek tek adlarını kazıdığım öyle çok öykücü, şair, romancı kadın var ki…

Eğer edebiyatımızın geleceğine dair bir umut varsa, bu umudun büyük bir kısmı, kadın edebiyatçılarımızın kaleminde hayat bulacak… Tıpkı bir çocuğun doğuşu gibi…

Her sabah, tünelin içinde sürünerek gidiyorum işe. Dışarısı her zaman karanlık… Ve o kadın, uzun zamandır ağlamıyor artık… Sözcüklerden bir kapı inşa ettik çünkü, başka tünellere açılan…

Bülent Usta (Birgün, 22 Temmuz 2009)

0 yorum: