GELECEĞİN İZİNDE-2

Posted: 10 Aralık 2008 Çarşamba by bülent usta in
0

New Left Review’ dergisinin 2007 Türkiye Seçkisi, Agora Kitaplığı yayınları arasından çıktı. Dergiyi karıştırırken Bolivya dağlarında Che Guavera ile birlikte çatışmalara girmiş Régis Debray’ın ‘Sosyalizm: Bir Hayat Döngüsü’ adlı makalesi oldukça ilgimi çekti. Belki gazetelerden takip etmişsinizdir, Debray, RAF (Kızıl Ordu Fraksiyonu-Rote Armee Fraksion) üyelerini evinde sakladığı için de suçlanmıştı son zamanlarda. Evinde sakladığı kişilerden Bernd Andreas Baader’ın 1972’de kaldığı hücresinde vurularak öldürüldüğünü ve bir dönemin efsane isimlerinden birisi olduğunu, bilmeyenler için belirtmekte fayda var.

Debray, makalesinde ilginç bir yolculuğa çıkarıyor bizleri. Matbaa ile devrimin arasındaki ilişkiyi anlatıyor. Hatta ‘sosyalizm’ kelimesinin mucidi Pierre Leroux’un, tıpkı ‘anarşizm’ kelimesinin mucidi olan Proudhon gibi matbaacı olduğuna değiniyor. Gazete ve dergi çıkarmanın, kitap yayımlamanın sol için vazgeçilmez unsurlar olduğunu, hatta Londra’da kurulan Birinci Enternasyonal’in matbaacılığın gelişmesi sayesinde mümkün olduğunu iddia ediyor. Anarşistler ve sosyalistlerin aynı ailenin savaşan kardeşleri olarak, broşürler, dergiler, gazeteler ve kitaplarla hayatlarını doldurduklarını, ‘okumak ve başkalarına okutmak’ sözünü kutsal bir söz olarak benimseyip yol aldıklarını unutmamak gerektiğini de belirtiyor Debray...

Eğer bir ülkede dergi ve gazete okuyan insan sayısı düşükse, o ülkede solun canlı olduğunu düşünmemiz de zordur. Televizyonun ve internetin kitap ve dergi satışlarını azalttığı söylense de bir ülkede matbaalar harıl harıl çalışmıyorsa, o ülkede televizyon ve internetin entelektüel gelişmeyi, dolayısıyla solun büyüyüp hayatın içinde dal budak sarmasını sağlayabileceği düşünülemez bence.

Pierre Bruno’nun da altını çizdiği gibi sol, cehaletle ve yoksullukla mücadele etmekle yükümlü olmuştur her zaman. Ve cehaletle mücadele etmenin en önemli araçları da kitaplar, dergiler ve gazetelerden başka bir şey değildir. Eskilerin sözlü kültür gücü de televizyon ve radyo gibi iletişim araçlarının eline geçti ki yazılı kültür kadar olmasa da sözlü kültürün de belirleyici olduğu bir gerçek. Hatta bugün görsel medya, yazılı medyayı köşeye sıkıştırmış ve kendisine bağımlı kılmış olsa da bir televizyon kanalı hiçbir zaman matbaanın yerini tutamaz. Çünkü televizyon karşısında izleyici edilgen bir pozisyondadır ve bir konu üzerine derinleşerek düşünme fırsatını yakalayamaz. Elbette bu durum, görsel medyanın gücünü azımsamamıza da neden olmamalı. Ayrıca, bu tür iletişim araçlarının ihtiyaç duyduğu sermaye yüzünden daha çok egemen güçlerin kontrolüne geçmesi ve radyoya göre televizyonun toplumsal hayattaki ağırlığı, solu bu seçeneğin kıyısında köşesinde bırakıyor ister istemez. Yani elimizde hâlâ matbaalar var...

Matbaalar derken de matbaaların eskisi gibi olmadığını da unutmamak gerek. Çünkü yayıncılığın temel değerleri ve unsurları, 12 Eylül’den sonra ciddi bir biçimde değişti. Piyasa koşulları, solun örgütsüz ve güçsüz bırakıldığı bir dönemde kendisini hâkim kıldı ve sol, piyasa koşullarına yeterince etkide bulunamadı. Nazi Almanya’sında bile, 12 Eylül dönemindeki kadar kitabın yakılmadığını düşünürsek, belki bu ortamın nasıl bir temel üzerinde şekillendiğini anlayabiliriz. Eskiden kitap basmak, kitapçı açmak gibi çok da kârlı gözükmeyen işleri solcular yapardı. Kitapçılar, solcuların toplandığı yerlerdi. Örgütlü bir sol, kitabın dağıtımına da satışına da önemli katkılarda bulunurdu. En azından benim okuduğum kaynaklardan ve o yıllarda yaşayanlardan aldığım izlenimler böyle. Yaşanan süreçteki bu değişim, okunan kitapların niteliğini de değişime uğrattı. Örneğin, Dostoyevski, Balzac gibi yazarlara ait olan ve klasikler olarak tanımladığımız yapıtlar, bugünün bestseller’larının yerini alıyordu. İnsanlar okumaya önce klasikleri okumakla başlardı. Aslında bir parça hâlâ öyle olduğunu söyleyebiliriz ama eldeki veriler, okurların klasik yapıtlardan uzaklaşıp bestseller ürünlere yöneldiğini gösteriyor. Jules Verne’in o harikulade kitaplarının yerini Dan Brown’ların kitapları aldı örneğin. Televizyon bağımlısı kitlelerin, sayfaları rengârenk, asparagas haberler ve popülist yorumlarla dolu bir gazeteyi tercih etmesi, garipsenecek bir şey de değil. Peki sol, kitlelerin bu talebini karşılamaya mı çalışacak, yoksa yayıncılık anlayışına ve kültürüne bağlı kalarak belirli bir kalitede yayın yapmaya devam ederek, seslendiği dar çevreyi genişletmek için mi çabalayacak? Bu sorunun cevabı, Debray’ın makalesinde yok.

Şunu söylüyor Debray: “Matbaa öncülüğünü yitirince, eleştirel entelektüel kendi çevresini, sosyalist politika referansını yitirmiş, üçü de krize girmiştir.” Hani ne olacak bu solun hali filan diye tartışıyoruz ya, hani özü enternasyonal olan solun bir kısmının, anti-emperyalist mücadelenin geçmişteki aşamalarından birisi olan ulusalcılığa nasıl böyle saplanıp kalır diye üzülüyoruz ya (ben üzülüyorum), belki Debray’ın bu yorumunu ciddiye almamız gerekiyor.

Sorduğum soruya geri dönersek, sol, nasıl bir yayıncılık anlayışı sergileyecek ki Debray’ın kriz olarak adlandırdığı bu sorunu aşabilecek?

Geçen haftaki yazımda, on yıl sonrasına, yani 26 Kasım 2018 yılına ait bir gazetenin doğaüstü yollarla elime geçtiğini duyurmuştum. O gazete, bu soruya yanıt vermemi kolaylaştıracak şeylerle dolu...

Bülent Usta (Birgün, 3 Aralık 2008)

0 yorum: