PESSOA’NIN ŞEYTANI

Posted: 10 Aralık 2008 Çarşamba by bülent usta in
0

"Bugün hâlâ, her şeyin akrep yürüyüşüyle geri geri gitmesini hayal eden partiler var. Ama akrep olmak, hiç kimsenin elinde değil. Çaresi yok: ileriye, yani adım adım dekadansa doğru gitmek gerekiyor. Bu gelişmenin önüne set çekilebilir ve set çekilerek yozlaşmanın birikmesi, toplanması, daha şiddetli ve daha apansız olması sağlanabilir: Daha fazlası yapılamaz” demiş Nietzsche, İthaki Yayınları tarafından yayımlanan ‘Putların Batışı’ adlı kitabında.

Her türden yozlaşmanın biriktiği böyle bir zamanda, Nietzsche’nin kehanetinin gerçekleşmesi an meselesi mi? Değil elbette. Çünkü yeterince ayartıcı yok ortalıkta. Pessoa’nın Şeytanları çoğalmadıkça, yani ayartıcı şiirler yazılmadıkça, yıkıcı notalar buluşmadıkça bestelenen melodilerde... Devrimin işi, yozlaşmaya alıştırılan hayatı, baştan çıkararak tazelemek değil mi? Yoldan çıkmışların yeni yollar bulmaları, hatta birer yol olmalarını sağlamak... Sanatın ayartma gücü göz önüne alınırsa, bu baştan çıkarma mevzusunda, sanat mı devrime, yoksa devrim mi sanata hizmet eder diye bir soru takılıyor insanın aklına. Sitüasyonistler, şiirin devrime hizmet etmesini değil, devrimin şiire hizmet etmesini buyurmuşlardı, haklı olarak... Çünkü devrim, ancak bu sayede kendi tasarısına ihanet edemezdi. Ama araçsallaşan şiir, şiir olmaktan çıkar çabucak ve inandırıcılığını yitirir.

Ama hangi şiir, hangi sanat? Darian Leader, Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan ‘Mona Lisa Kaçırıldı’ adlı kitabında, bir soru atar ortaya: Sanatçı, daha iyisini yapan kişi midir, yoksa farklı bir biçimde yapan kişi midir? Bir ressam ya da müzisyen düşünün... Yaptığı işte öyle ustadır ki hayran kalırsınız tekniğine... Ama milyonuncu defa bir manzara resmi daha yapmıştır sadece, tıpkı ustaları gibi... Ya da öyle bir şiir yazmıştır ki milyonuncu defa aşkı aynı şekilde tarif etmiştir size... Ustası bellediği ünlü bir yazarın konularını, ustası bellediği bir başka ünlü yazarın diliyle yazan yazarlara da rastlıyorum okuduğum romanlarda. Onaylanmış ve kabul görmüş bir konuyu, onaylanmış ve kabul edilmiş bir dille anlatmanın kolaycılığına kaçarak, kestirmeden bir yerlere ulaşmayı hedefledikleri için böyle yazıyor olmalılar. Piyasanın da risk barındırmayan böyle yazarları teşvik etmesi sayesinde... Bol bol nostalji yaparak, herkesin sevdiği konuları, herkesin anlayabileceği duygusal bir dille anlatarak bilinçleri uyuşturmanın bir maharet olduğunu kabul ederseniz, “ne güzel de yazmış” diyebilirsiniz...

Halbuki güzel yazmak değildir ki mesele... Milyonuncu defa aynı manzaranın resmini yaparak neyi değiştirebilirsiniz ki? Sanatçı, daha iyisini yapan kişiden çok, farklı bir biçimde yapan kişidir ve ancak onlar ayartırlar hayatı düşlerle, fikirlerle, sözcükler ve renklerle... Ancak onlar, yeni sorular ortaya atarlar ve uykudan uyandırırlar başkalarının hayallerini yaşamaktan usanmış hasta ruhları... Ve size şöyle derler: “Başka türlü de yaşayabilirsin. Başka türlü sevebilir, hatta başka türlü de ölebilirsin... Yeter ki iste!” İşte devrimin itici gücü de bu başka türlü yaşama isteğinde gizlidir.

Pessoa’nın Can Yayınları’ndan çıkmış ‘Şeytanın Saati’ adlı kitabındaki Şeytan şöyle der: “Ruh, direnmesine rağmen sürekli ayartıldığı için yaşar.” Ve sözlerine şöyle devam eder: “Benim büyülü silahlarım müzik, ay ışığı ve düşlerdir. Ne var ki müzik deyince sadece çalınan müzik değil, sonsuza dek çalınmadan kalacak müzik de anlaşılmalıdır.” Ay ışığı derken de sadece bildik ay ışığından bahsetmez şeytan. Kitapta, şeytanın bir kadınla konuştuğuna tanık oluruz ama aslında ayartmak istediği, kadının kendisinden çok, karnında taşıdığı çocuktur. O çocuğun herhangi biri olmasını değil de şair olmasını ister. Bütün sanatçılar, düşçüler, şeytan tarafından ayartılmış olanlardır Pessoa’ya göre. Ayartılmadan düşler kurulmaz çünkü ve düş kurmaksızın ruh canlılığını koruyamaz. Ölü ruhlarla dolu bir gezegende de ne devrim olur ne de aşk...

Sanatın ayartıcılığını sürdürebilmesi için, piyasa koşulları ve baskıcı iktidar mekanizmalarına direnmesi, yine ayartıcılığı ve düşçülüğüyle mümkün olabilir gibi geliyor bana. Ama bunu yapabilecek olan gençlerin, kendilerine örnek aldıkları usta sanatçıların yozlaştırıcı etkilerinden uzak durmaları gerekir. Çünkü her iktidar ve güç peşinde olan ustalaşmış yazar ve sanatçı, ölümsüz olma istenciyle ister istemez yozlaşır, yozlaştırır sanatı. Her genç sanatçı da yeni bir şey söyleyebilmek için, bu yozlaşmayla mücadele etmek zorunda kalır ve sanat kendi devinimini ancak bu mücadelelerle oluşturur, yeni düş ve düşünce alanları yaratarak. Bu durum, sanattan ayrı düşünülemeyecek olan siyaset için de geçerli. Yozlaşan ve yozlaştıran siyasetten silkinmeksizin, ne yeni bir şey söylenebilir ne de söylenen şeyin inandırıcılığı sağlanabilir.

Pessoa’nın derin ve bir o kadar kışkırtıcı bu incecik kitabı, elimden düşmüyor bir türlü. Odanın içinde bir ileri bir geri gidip duruyorum, kitaptan cümleler fısıldayarak. Sanırım Pessoa’nın Şeytanı, ruhumu ele geçirdi. Ve içinde dolanıp durduğum bu oda, artık sadece bir oda değil benim için. Bir şiiri okurken ya da bir resime bakarken, gördüğüm ve hissettiğim şey, sadece gördüğüm ve hissettiğim şey değil. Ayartılmış bir ruh, her şeyin ötesinde elle tutulur gibi duran ama bir türlü ele geçmeyen o anlamın peşinde koşar durur ve sanat bu koşunun hem aracı, hem de amacına dönüşür. Pessoa’nın Şeytanı, gezinip duruyor sinema ve tiyatro salonlarında, sergilerde, kitapçılarda, konser salonlarında, eylem alanlarında... Yozlaşmayı biriktiren siyasetteki ve sanattaki setleri yıkmaya çağırıyor insanları. Kendi başına yıkamaz o duvarları, çünkü insansız var olamaz Şeytan...

Bülent Usta (Birgün, 19 Kasım 2008)

0 yorum: