YAVAŞ, DAHA YAVAŞ…

Posted: 10 Aralık 2008 Çarşamba by bülent usta in
0

Bazen durmak istiyorum… O kadar çok şey, o kadar hızlı yaşanıyor ki… Ne okuduğum kitaplar, ne düşünmek için ayırdığım zaman yetmiyor yaşadığım şeyleri anlamlandırmaya… Gündelik hayatın telaşesi içinde kaybolduğumu hissettiğim zamanlar, büyük bir korku da kapılıyor içimi. Oğuz Atay, “Tutunamayanlar” adlı romanında bahseder, bir şeylere yetişememe endişesinden. Bu endişedir ki, gündelik hayatın hızına ayak uydurmaya zorlar insanı. Ama insan bir kere o hıza kendisini kaptırınca da, aslında yetişememe endişesi azalacağına büyüdükçe büyür içinde.

Kendimi yavaşlamaya zorlayarak, sakin sakin evde oturmuş kitapların ve dergilerin arasında geziniyordum ki, Tarkovski’nin bir sözüne rastladım, Norgunk Yayıncılık tarafından yayımlanan “mekân, tasarım, eleştiri” dergisi “Doxa”nın yedinci sayısında. Şöyle diyordu Tarkovski, ünlü filmi “Stalker”dan bahsederken: “Günümüz Rusya’sında fikri bunalım olgusundan niye bu kadar çok korkuluyor acaba? Benim gözümde fikri bunalım her zaman bir sıhhat belirtisi olmuştur. Zira bence, fikri bunalım kendini bulma, yeni inançlara kavuşma çabasıdır.” “Doxa”da yer alan bu yazı, aslında Tarkovski’nin Agora Kitaplığı’ndan çıkan “Mühürlenmiş Zaman” adlı kitabından alınmıştı.

Gelişen olaylara ve olaylar karşısındaki tepkilerimizi gözlemlersek, fikri bunalımlara ve o bunalımlardan çıkacak yeni fikirlere ve yaklaşımlara ne kadar büyük ihtiyaç duyduğumuzu görebiliriz. Ve Tarkovski’nin de dediği gibi, mesele “fikri bunalım” içinde olmak değil, “fikri bunalım”larla yüzleşmekten kaçınmanın yarattığı bunalımın kendisi. “Fikri bunalım”ları aşmak için sürekli olarak bir reçete hazırlığı halinde olmayı, hatta kitlelere reçeteler önermenin yollarını aramayı bir köşeye bırakmalı ve kişisel ya da toplumsal fikri bunalımlarımızla yüzleşmeyi becerebilmeliyiz. Aksi halde savrulmalar daha da kaçınılmaz bir hale gelecek. Tutuculuğun da, şiddetin de artmasında, yaşanılan fikri bunalımlarla ne siyaset, ne de sanat düzeyinde yeterince yüzleşilememesi önemli bir etken. Ya da daha doğrusu, her ne kadar yüzleşme çabaları olsa da, bu çabalar, fikri bunalımların önünü açacak niteliğe bir türlü kavuşamıyor. Çünkü her şey, yüzeye kaydı. Tüm fikir tartışmaları, sanat üretimleri, acelesi olan insanların hızına yetişmek zorundaymış gibi dokunmadan geçip gidiyor hayatımızdan. Goethe’nin ölmeden önce söylediği o meşhur söz vardır ya: “Işık, daha fazla ışık…” Ben de “Yavaş, daha yavaş” diye sayıklamak istiyorum insanlara. Yavaşlamadan, hatta durup kendimize ve hayata bakmadan derinleşip kendi fikri bunalımlarımızın nedenleri ve sonuçları üzerinde düşünemeyiz çünkü.

Hollywood sinemasının, daha çok gerilim sineması örneklerinde gördüğüm yavaşlama hallerini anımsadım bunları düşünürken. Bu sene gösterime girmiş olan “No Country For Old Men” ya da “There Will Be Blood” gibi filmlerde, sahneler zaman zaman öyle yavaşlıyordu ki… Sinir bozucu bir hale gelen bu durgunluk, gerilim filmlerinin de aslında en önemli özelliklerinden birisi. O gerilimin asıl kaynağı da, durmanın verdiği tedirginlikten başka bir şey değil aslında. Ya da “The Assassination Of Jesse James” filmi de, başından sonuna kadar, bir ihanetin nasıl psikolojik bir süreç içinde geliştiğini gösteriyordu anımsarsanız ve sahip olduğu o yavaşlık olmasa, ihanetin psikolojik sürecine tanık olmamız mümkün olmayacaktı.

Tarkovski’nin filmlerinde de, yavaşlığın getirdiği gerilimin izlerini görmek mümkün.

Yavaşlamadan, durup bakmadan fikri bunalımlar canımızı acıtacak kadar yakınımıza gelmez çünkü. Biz hızla ondan kaçarız, o da peşimizden büyüyerek gelir ve hayat dediğimiz şey, ne olduğunu anlayamadan bir anda olup biten bir şeye dönüşür.

Tarkovski, yazısının başında Dostoyevski’den de bahsediyor. Çünkü Dostoyevski’yi Dostoyevski yapan şey, yaşadığı çağın fikri bunalımlarını en iyi yansıtabilen romancı olmasında gizlidir. “Suç ve Ceza”dan tutun, olağanüstü bir siyasi roman olan “Ecinniler”e kadar tüm yapıtları, yaşadığı çağın fikri bunalımlarıyla örülüdür her zaman. Fikri bunalım içinde olmadan okumanın, yazmanın, örgütlenip dünyayı değiştirmeye kalkışmanın bir önemi var mıdır ki?

Günümüzde gündelik hayatın hızını arttırması ve fikri bunalımlardan duyulan rahatsızlık, uzmanlar ordusu gerçeğini de yarattı bir yandan. Çünkü kimse, Orta Doğu üzerine bir kitap okuyup fikir edinebileceği zamana sahip değil bugün. Bir Orta Doğu uzmanı, onun için okuyup, merak ettiği şeylerin yanıtını ona verebilir, meselelerin çözümü için hazır reçeteler hazırlayabilir. Evliliklerden depreme, savaşlardan ekonomiye, yaşamın her noktasını kaplayan bu reçete sahibi kişilerin varlığının kendisi ayrı bir tartışma konusu aslında. Ama asıl önemlisi, bu kişilerin varlığı tamamen bizim fikri bunalımlardan duyduğumuz korkuyla alakalı gibi geliyor bana. Ve biz, hazır reçetelerle yaşayıp düşünmeye başladıkça, gittikçe nasıl birbirimize benzemeye başladığımızı da görüyor olacağız zamanla. Bir kitabı okurken ya da bir filmi izlerken, bize nasıl yaşamamız gerektiğinin söylenmesini bekliyor olacağız hep. Kendi varoluşsal sorumluluğumuzu birilerinin sırtına atmadan, o hızlı hayatımızı sürdüremeyiz çünkü. Halbuki bir sanat yapıtı, sizde bir fikri bunalıma neden olabilirse, kendi varoluş kaygılarınızı harekete geçirerek sanatın ve hayatın sınırlarını genişletebilir ancak.

Bu yazıyı yazarken bile, kitaptan kitaba, fikirden fikire nasıl zıpladığımı, yazıyı gazeteye erkenden yetiştirme kaygısıyla nasıl acele ettiğimi görüp, yazdıklarımla çelişen halime gülümsemekten de kendimi alamıyorum açıkçası. Ve bir karikatürde, hep acele eden bir adamın kendisini sürekli olarak “yavaş, yavaş” diye telkin etmesi gibi, ben de tekrarlayıp duruyorum kendi kendime: “Yavaş, daha yavaş…”

Bülent Usta (Birgün, 12 Kasım 2008)

0 yorum: