GÖKYÜZÜNÜ KAZIMAK

Posted: 17 Ocak 2009 Cumartesi by bülent usta in
0

Gözlerimizin karanlığa alışmak dışında bir şansı yoktu. Karanlıkta görmeye, dokunmaya, yazmaya, sevişmeye ve acı çekmeye alışmıştık. Sanki gökyüzü, üzerimize örtülmüş bir kara topraktı. Şimdi bu karanlığın içinde, gökyüzünü değil de yeryüzünü kazıyorlar ve kazdıkça silahlar, bombalar fışkırıyor topraktan.

Biz, zaten tüm bunları biliyorduk. Toprağa silahların, bombaların kimler tarafından nasıl ekildiğini, o silah ve bombaların yeryüzüne nasıl cesetler fışkırttığını biliyorduk. Biz, zaten geceyarısı evlerinden alınıp götürülenlerin, nereye, kimler tarafından götürülüp, onlara neler yapıldığını biliyorduk. Çünkü gözlerimiz karanlığa alışmış, alıştırılmıştı. Her şeyi olduğu gibi görebiliyorduk.

“Gece, gündüzün devamı değildir” demiş Tezer Özlü. Ama gecenin devamı mutlaka gündüz olmalı. Gökyüzünü kazarak güneşi içimize akıtacak sözcükler bulmalı ve onlarla karanlıkta görmeye alıştırılmış gözlerimizi ovarak, karanlığın içimize işlemesini engellemeliyiz. Yoksa karanlıkta görmeye alışan gözlerimiz, bir gün karanlığı da göremeyecek bir hale gelecek…

“Bunun ne kadar zor bir iş olduğunu biliyor olmalısın” dedi üç kulaklı bir kedi olan dostum İvam, her zamanki gibi odamın penceresinden çalışma masamın üzerine sıçrayarak. Bir süredir ortalıkta gözükmüyordu İvam. Gazze’ye bile gitmiş olabileceğini düşünmüştüm bu aralıkta. Üç kulaklı bir kedinin, bir insana göre nasıl kolay seyahat ettiğini bilseydiniz, böyle düşündüğüm için bana hak verirdiniz muhtemelen.

Her zamanki gibi kitaplardan açıldı sohbetimiz. Elimde Sema Aslan’ın Doğan Kitap’tan çıkan “Benim Kitaplarım” adlı otuz ünlü kitapkurduyla, kütüphaneleri üzerine yapılmış söyleşilerinin bulunduğu bir kitap vardı. Adalet Ağaoğlu’ndan Vedat Türkali’ye, Orhan Pamuk’tan Komet’e kadar pek çok ünlü ismin kütüphanelerini, kendisi de bir kitapkurdu olan Sema Aslan’ın rehberliğinde gezmek oldukça keyifliydi. İvam, kitapta adı geçen çoğu kişinin kütüphanesini zaten biliyormuş. Onlar uyurken, gizlice kütüphanelerine girip kitaplarını karıştırırmış. İvam’ın anlattığına göre, kitapta bahsi geçen çoğu kişinin kitaplarla kurduğu ilişki çok özelmiş. Kimi yazarlar, gece geç vakitlerde, kütüphanelerinin karşısına geçip kitaplarıyla sohbete dalarmış örneğin. O sohbetleri dinlerken İvam’ın hüzünlendiği de olurmuş, gülümsediği de. Bana anlattığı birkaç olaydan sonra, kitaplarla kurulan ilişkinin gerçekten de özel bir ilişki olduğuna inandım. Aslında benim kitaplarla olan ilişkim de bir kitapkurdu olarak sıradışı özellikler barındırıyordu. Ursula K. Leguin’in Metis Yayınları’ndan çıkan “Sesler” adlı romanındaki Memer’in gizli odasına benzetirim ben de kütüphanemi. Kitaplar aracılığıyla düşlerin, bilgilerin, fikirlerin biriktirilip korunduğu bir yerdir kütüphane... İnsanın vicdanıyla, hayalleriyle, düşünceleriyle başbaşa kalabileceği, daha iyi bir yer var mıdır acaba? Anlayacağınız, bir kütüphaneye girerken, inançlı birisinin mabedine girerken yaşadığı duyguya benzer bir duygu yaşarım.

Alman bir dostumla konuşuyordum. “Sizde” demişti “ne kadar çok özel kütüphane var. Benim evimde mesleğimle ilgili başucu kitaplarım bulunur sadece.” Tabii, Türkiye’deki kütüphanelerin durumunu henüz inceleme imkânı bulamamıştı dostum. Almanya’da her mahallede neredeyse bir kütüphane olurmuş ve insanların kütüphaneye gitme alışkanlığı epey yaygınmış dediğine göre. Bir zamanlar, kitapların silahlarla yan yana dizilip suç unsuru olarak teşhir edildiği, sadece kolluk kuvvetlerinin değil, insanların başları derde girmesin diye kendi kitaplarını yakmak zorunda bırakıldığı bu topraklarda, insanımızın kitaplarla kurduğu ilişkinin nasıl sakat bırakıldığını anlamasını bekleyemezdim. Aslında daha 1937’de Yaşar Nabi bu sakatlanma durumunun bir başka boyutundan bahsetmiş “Edebiyatımızın Bugünkü Meseleleri” adlı kitabında: “Çocuğa kitap sevgisini vermek, onu okumaya alıştırmak şöyle dursun, ne kadar babalar ve anneler, evlatlarının gündeliklerini kitap gibi lüzumsuz bir şeye harcamalarını tenkit etmek ve geceleri, gözleri yorulmasın veya ahlakları bozulmasın diye ellerinden kitabı kapmak ihtiyadındadırlar.”

Sema Aslan, kitapkurtlarının özel dünyalarına, yani kütüphanelerine girerek, insan ve kitap arasındaki karmaşık ilişkiyi, birbirinden farklı deneyimler aracılığıyla görünür kılmış bir bakıma. Bir kitap tutkununun, bu tutkusunu başkalarının deneyimleri aracılığıyla anlama çabası olarak bile görülebilir bu kitap.

İvam, “Biliyor musun” dedi “bu topraklarda yaşayanlar için kitabın anlamı, senin o Alman arkadaşının kitaba yüklediği anlamdan daha fazladır. Çünkü bir kitap, sömürerek gelişmiş bir Avrupa ülkesinden daha çok, bizimki gibi belirsizliklerle dolu toplumlarda etkili olur. Bu yüzden, bir zamanlar kitapların silahlarla yan yana dizilmiş olması oldukça anlamlı geliyor bana. Kitaplar, insanlarını karanlıkta yaşamaya alıştırmış olan devletler için en tehlikeli şey olsa gerek. Silahı, daha çok silahla yok edersin. Ama ya kitabı…”

“Ona da çözüm bulmuşlar İvam. Okur kavramı yerine müşteri kavramını ikâme ederek… Kitabın bir endüstri ürünü olarak konumlanması ve yazarın piyasa koşulları içine hapsedilmesi, kitabın toplumlar üzerindeki etkisini bir parça kırıyor. Ama yine de Diyarbakır’da okunan bir kitabın etkisiyle, Brüksel’de okunan bir kitabın etkisi arasında dağlar kadar fark olsa gerek.”

İvam’la, ışıklar açık olsa da, karanlığın içinde olduğumuzu biliyorduk. Ama ya gökyüzünden gelen bu kazma sesleri… Sözcüklerle gözlerimizi ovuşturup gökyüzüne baktık…

Bülent Usta (Birgün, 14 Ocak 2009)

0 yorum: