Arkadaş, çay ve büyü

Posted: 17 Nisan 2014 Perşembe by bülent usta in
0

Yaşar Kemal, “bazı günler vapurlar, motorlar, sandallar denizin üstündedirler, uçar gibi havada salınırlar” der ya, öyle bir gün işte. Kıyıda oturmuş denizi izleyerek çayımı içiyorum. Aşk gibi İstanbul, manzarası sürekli değişse de değişmiyor verdiği his… Günümüzde her şeyin böyle çabucak eskiyor olmasına inat, jetonlu telefon kulübelerini özler gibi özlüyorum pek çok şeyi. Geçmişe ve yakamızdan tutup bizi peşinden sürükleyen gündelik hayatın hızına bakınca, kaç yıl yaşarsak yaşayalım, ömrümüz kelebeklerinki kadar kısaymış gibi geliyor bazen.

Bir müzik klibi süresine sığacak hayatlar yaşadığımızı fark etmiyoruz çoğu zaman, kesik kesik görüntüler, her şeyin hızla akıp geçtiği, bir tren penceresinden bakarcasına… Çeşitli pozlar veriyoruz o kliplerde, hani şu selfie çılgınlığındaki gibi… Sanki sürekli gülümsemek gerekiyor o fotoğraflarda. Eski fotoğraflara bakıyorum da, insanlar yüzlerine gülümseme maskesi takma ihtiyacı duymazlarmış hiç. Erkekler dimdik, bakışları bir noktaya sabitlenmiş, kadınlarsa bir rüyadan fırlamışçasına buğulu, baygın, büyülü…

Geçenlerde, Hürriyet gazetesinin sayfalarına Deniz Seki’nin gözyaşları dökülmüştü parantezler içinde. Ayşe Arman, o gözyaşlarının kaynağını şöyle açıklamıştı: “Zaten ne geldiyse başına, bence bu yüzden geldi. Gerçek olduğu, sahici olduğu için. Kıvırtmasını bilmiyor o. Hep ortada, açıkta.” Ama telaşa gerek yoktu, Deniz Seki iyiydi, “Tam 22 kilo vermiş”ti… Sahte mutluluklar, gerçek mutsuzluklardan iyiydi. Bir selfie çekin, ne kadar mutlu olduğunuzu görsün herkes…

Ülkece selfie çektirsek, yani milyonlarca insan, hep birlikte diye düşündüm. Çektim öyle bir fotoğraf zihnimde, sonra uzun uzun baktım o fotoğrafa. Çoğu kişinin yüzünde kocaman bir gülümseme olsa da, o gülümsemenin dikişlerinden derin bir huzursuzluk sızıyordu. Kendimizi kandırmaktan yoruldukça, huzursuzluğumuz da iyiden iyiye artmıştı. İçinde bulunduğumuz hayatın ve gerçekliğin sürekli olumsuzlanmasından, “Bu kadarı da olmaz” dedikçe, daha fazlasının olmasından… Bu huzursuzluk, tam da istenen bir şey. İnsanlar ancak böyle yılar, yalnız ve çaresiz olduğuna inanır. Attilâ İlhan’ın şiirindeki gibi “saadetin ıstırap çekmek olduğunu” keşfeder, boş koridorlarda gölgesini asarak kendisinden kurtulmaya çalışır. Ya da daha kolayı, iktidarların kendisi için hazırladığı ikna haplarından birini yutar, bakar keyfine. Bilmez o hapların yan etkilerini, etin çürümüşü gibi kokmaz çünkü ruh…

Hemen yırtıp attım zihnimden o fotoğrafı, tekrar İstanbul manzarasına döndüm, yeni bir çay söyledim çocuğa. Yaşar Kemal’in “Çocuklar İnsandır” kitabından fırlamış gibi bir çocuk… Getirdi bir koşu çayımı. “Sağol arkadaş” dedim, güldü “arkadaş” dememe. Dedim “Sen Kadıköylü değil misin, arkadaşız işte.” “Yok” dedi, “ben Mardinliyim.” “Nerenin suyunu içiyor, ekmeğini yiyorsan oralısın derdi ananem” dedim. Güldü yine. “Bana bak” dedim “sana da herkes kafayı yemiş gibi gelmiyor mu?” “He valla, hem de ne biçim yemiş.” Sonra beni göstererek “Sen de öyle” dedi, ama artık karnını tutuyordu gülerken. “He valla” dedim, “büyü biraz, o zaman göreceğiz seni de arkadaş.” Sonra bu son dediğime pişman oldum, yemesindi kafayı, mutluluk yesindi, sevgi yesindi, yemesindi onu hiçbir şey… Kimleri yemişti bu şehir, boğazına takılmıştı köprüleriyle, AVM’leriyle, hayal kırıklıklarıyla...

“Sen” dedi arkadaş, “niye bu kadar çok çay içiyorsun ki?” Dedim ki, “Beynim çay içtikçe çalışıyor, benzini yani.” Hiç beklemediğim bir soru sordu arkadaşım, zamane çocuklarından korkulur: “Peki bu dünya neyle çalışıyor?” Güneş, enerji, sevgi filan demeyecektim ona. “Büyüyle” dedim. “Nasıl yani?” dedi şaşkınlıkla, beklemiyordu hiç böyle bir yanıt. “Masallardaki büyüye benziyor ama tam öyle de değil. Bilgi denilen şey de, bir tür büyü aslında. Şu an dünya, kara büyünün etkisi altında. Kapitalizm adını vermiş birileri o kara büyüye. O yüzden herkes kafayı yemiş gibi, zombiler ya da vampirler gibi dolaşıyor ortalıkta. Çünkü kendi kafalarındaki gerçekte olmayan bir dünyada yaşıyorlar, daha doğrusu yaşatılıyorlar. Haklı olmak, doğruyu söylemek yetmiyor bu yüzden. Bütün mesele, o kara büyüyü sona erdirecek bilgiye ulaşmakta. İşimiz zor arkadaş, çünkü bilgiye değer verilmiyor bu topraklarda.” Gülmedi bu defa arkadaşım. Bir tabure çekip yanıma oturdu. Vapurların, motorların, sandalların uçar gibi denizin üzerinden geçişini, o büyülü manzarayı seyre daldık…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 16 Nisan 2014)  

0 yorum: