Tamamlanmış Anlamsızlık

Posted: 12 Nisan 2014 Cumartesi by bülent usta in
0

Bu hafta içimden yazmak gelmedi. Reyhanlı’daki katliam, koyu bir karaduygululuğun içine hapsetti beni. Öyle politik ya da edebi kaygıların hiçbirini duymadan yazmaya çalışsam da, gerçekte yazamadığım bir yazı çıktı ortaya… Marguerite Duras, “Yazdığımı sandım, ama hiç yazmadım, sevdiğimi sandım, ama hiç sevmedim, kapalı bir kapı önünde beklemekten başka bir şey yapmadım hiçbir zaman!” diye yazmıştı, kapalı bir kapı önünde beklerken. Ben de işte öyle bir kapı önünde bekliyorum bu yazıyı yazarken.  Yazamayışımın nedeni, bu defa kapalı kapının altından kan sızması… Koyu bir kan… Ve kapının ardından gelen çığlık sesleri… 

Benzer bir duyguyu, Roboski Katliamı yaşandığı zaman da hissetmiştim. Günlerce kendimi şimdi olduğu gibi kapalı bir kapının önünde beklerken bulmuştum. Kapı kapalıydı, çünkü herkes açılmaması için uğraşıyordu. Yaşanan dehşeti kimse görmek istemiyordu. Televizyondan izler gibi izlemekti derdindeydi çoğu kişi. Sonra, halka değil de devletlere ve şirketlere danışmanlık yapma arzusuyla kıvranan entelektüeller, uzmanlar, gazete yazarları, politikacılar her şeyi rasyonalize etmeye çalışıp kapının ardından gelen çığlıkları duymamamız için, tıkaç vazifesi görecek fikirler üretmeye çalışıyorlardı, her zaman yaptıkları gibi . Kapının altından sızan kan için de, Türkiye’yi güçlü kılacak bir tür iksirden bahseder gibi bahsediyorlardı. İkna ederken de hiç öyle zorlanmıyorlardı, çünkü hiç bu kadar, iktidarı elinde tutanın ikna gücüne tav olmamıştı yığınlar…

Nazilerin toplama ve imha kampları, sosyal bilimcilerin dünyanın gidişatı ve insan davranışlarına dair geliştirdikleri pek çok tezi çöpe atmıştı. İnsanlar, toplama kamplarında öylesine dehşet verici şeyler yaşamışlardı ki, yaşadıkları olayların gerçek olduğuna, toplama kampından kurtulduktan sonra bile uzun süre inanamamışlardı.

Benzer bir duyguyu, bugünlerde yeni baskısı yapılan Bayram Bozyel’in “Diyarbakır 5 No.’lu” adlı kitabını okurken de yaşadım. Bayram Bozyel, Diyarbakır Cezaevi’nde gördüğü akıl almaz işkenceleri tüm çıplaklığıyla anlatıyordu kitapta. Yaşadığı şeyleri rasyonalize edip anlamlandırmaya çalışırken ortaya çıkan çelişkiler, aklıma, İsmet Kür’ün “Onuncu Sigara” adlı romanındaki Yosun’u getirdi. Üniversiteli genç bir kız olan Yosun, işkence yaptıkları şeyin kendi bedeni olmadığına inandırıyordu kendisini. İki tane Yosun vardı sorgu odasında. Biri, korkunç işkenceler altında acı çekerken, diğeri pencereden geçip giden bulutları izliyordu gökyüzüne bakarak. Ben de kapalı kapının önünde beklerken, Yosun gibi arada gökyüzünden geçen bulutlara da bakıyorum ama içimin kanaması bir türlü geçmiyor.

Nazilerin yaptığı işkenceleri ve katliamları ya da Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananları, rasyonalize etmek gerçekten güç. Çünkü bu işkence ve katliamlar, öylesine saçma sapan traji-komik ideolojik savlarla ve öylesine korkunç yöntemlerle gerçekleşmişti ki, sağlıklı düşünen bir zihnin olup biteni anlamlandırması çok zor. Ama tüm o ideolojik savları bir gerçeklik olarak kabul edip, yaşanan dehşetin dinamiklerini görmeye başlayınca, her şeyi anlamlandırmak mümkün hâle geliyor. Sosyal bilimciler, bu anlama durumunu “Tamamlanmış Anlamsızlık” olarak adlandırmışlar. Bugünlerde yaşadığım his, anlamsızlığın tamamlanmasından başka bir şey değil aslında. AKP’ye dair ilk zamanlar pek çok kişinin yaşadığı kafa karışıklıklığının sona ermesi için, daha kaç kere anlamsızlığın tamamlanması gerek, onu bilemiyorum işte.

Naziler, işkence yapmak için yanıp tutuşan korkunç yaratıklar değillerdi sadece. Bir fayda ilkesine göre hareket ediyorlardı. Diyarbakır Cezaevi’nde işkence yapanlar, devletin yararı için öngörülen bir politikanın uygulayıcılarıydı öncelikle. Bu açıdan, Reyhanlı Katliamı’nı Ortadoğu’da etkin olabilmek için ödenen bir bedel olarak görenlerin Diyarbakır Cezaevi’ndeki işkencecilerden ya da Nazilerden bir farkı yok.


Reyhanlı’daki katliamdan sonra, içine hapsolduğum karaduygululuğun nedeni, sadece bir savaş karşıtı olarak, Hükümet’in göz göre göre bir felakete ve savaş doğru giden politikaları değil. Ya da bu katliamla ilgili üretilen bütün senaryoların korkunç sonuçları olması da değil içimi bu denli acıtan. Kasabalarda yaşayanlar ya da yaşamış olanlar, Reyhanlı’daki katliamın o kasaba üzerindeki korkunç etkisini az çok tahmin edebilirler. Benim çocukluğum ve ilkgençliğim, bir sahil kasabasında geçmişti. Kasabalar, şehirler gibi değildirler, orada herkes birbirini tanır. Herkesin birbiriyle iyi-kötü mutlaka bir hikâyesi vardır. Sadece insanlarla da değil, ağaçlarıyla, taşıyla toprağıyla da kurulmuş bir ilişki vardır kasabalarda. Eğer bir kasabada yaşıyorsanız, tüm dünya o kasabadan ibaretmiş gibi gelir insana. İşte bu noktada kilitleniyor düşüncelerim, kalemim kırılıyor, yazamıyorum, orada yaşayanların ruh hâlini düşündükçe… Ama şunu da biliyorum, bu saldırıyı yapanlar hayata düşman oldukları için savaşı arzuluyorlardı. Onların oyunlarına gelmemeli…  Hayatı savunmak için, bu defa gerçekten tamamlayalım artık şu anlamsızlığı, tamamlayıp görelim…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 15 Mayıs 2013) 

0 yorum: