Bir Kır Kahvesi Kendini Okurken

Posted: 12 Nisan 2014 Cumartesi by bülent usta in
0

Güzel şeylerden bahsetmek isterken, güzel şeyimiz de küçük bir çocuğun cenazesinin kalabalığı oluyor mesela. Daha önce de çocuklar öldürülürdü ama başka bir evrende öldükleri için, sessizce geçerlerdi kapılarımızın önünden. Çocuk olduklarını, çuvallara sığmayan kanatlarından anlardık. Teröristlerin çocukları da teröristti çünkü, öyle tutulurdu tutanaklar, öyle yazılırdı gazete haberleri. Zaten gazete haberleri de paralel evrenlerden gelen uzay gözlemleri gibiydi. Gazete yazarları da kendi hallerinde, çoğu zaman yazmış olmak için yazarlardı, bir şeyler devam ediyor gibi görünsün diye… Can sıkıntımızın gerçek anlamını bilemeyecek kadar uzaktık kendimize, birbirimize... Çünkü yaşadığımız ortak bir dünya yoktu.

Belki de Gezi’nin gücü, birbirine milyonlarca ışık yılı uzaktaki gezegenleri çarpıştırabilmesinde gizliydi. Arendt, yaşamın ancak farklılıklar ve bu farklılıkların politik varlığıyla yaratılan “ortak dünya”yla anlamlı olabileceğini söylerken, Gezi’yi hayal etmiş olmalıydı. Ya da Kafka, günlüğüne tüm acılardan birlikte kurtulabilmemiz için” ortak bir dünyamızın olması gerektiğini yazarken...

Tehlikeyi farkeden iktidarın, kirli manşetlerle, gaz bombalarıyla, nefret söylemiyle herkesi paralel evrenine geri göndermek istemesinin nedeni de belki buydu. Gezi Parkı’nı insansızlaştırarak, aslında insanları dünyasızlaştırmak istiyorlar. Polis çemberine aldıkları ağaçların fısıltısını duymamızı engelleyerek, kendimizden ve birbirimizden uzaklaşmamızı, eskiden olduğu gibi korkuyla ve nefretle dolmamızı istiyorlar.

İktidarları parçalayan o büyük çarpışmadan sonra, ağaçlar sadece ağaç, şiirler sadece şiir olmaktan çıkmıştı ya, belki de bu yüzden ilk aşkımı beklediğim o kır kahvesini özlüyorum ne zamandır. Edip Cansever’in “sonra bir kır kahvesi kendini okurken / masaları toplanmış, bardakları toplanmış / tam kendini okurken / derim ki bir semti iyi tanımak kadar / iyi tanımalı dünyayı” dediği gibi… İyi tanımalıyız dünyayı, “içi yangından alev alev / dışı buz tutmuş kalplerimizi”n ağrısından başka nasıl kurtulabiliriz ki… Serbest piyasa ve totalitarizmin yıkıma uğrattığı şu “ortak dünya”mızı…

Liberallerin en büyük yanılgısı da bu değil miydi, piyasa ekonomisi ile özgürlük arasında bir bağ olduğuna inanmaları, inandırmaları... Piyasa ekonomisinin yarattığı kitle kültürü insanları dünyasızlaştırdıkça, totalitarizmin insanlar arasında ördüğü duvarları görmememiz için, dev panolar asıyorlar duvarlara özgürlük ve demokrasiden bahseden.


O dev reklam panolarına bakar, seçim konuşmalarını dinlerken aklıma Wittgenstein’ın “kendini aldatmamak kadar daha güç bir şey yok” sözü geliyor her defasında. İnsanlar, sadece kendilerini kandırmaya değil, kandırılmaya da ihtiyaç duyuyorlar, zor çünkü kalplerindeki alevin acısını duymak. Suat Derviş’in “mutluluk zerresi” dediği şeye alıştığımız için, kalbimizdeki acıya katlanarak ulaşacağımız gerçek mutlulukları yaşayamıyoruz, “ortak dünya”nın gönüllü sürgünleri olarak. Yaşadığımız hayal kırıklıkları, mutluluk zerrelerini gerçek mutluluk zannetmememizden kaynaklanıyor. O dev reklam panolarındaki mutlu insanlara benzemeye çalışarak mutlu olacağımızı sandığımız sürece de, kendimizden ve hayattan uzaklaşıyoruz. Dünyayı insansızlaştıran, insanları dünyasızlaştıran bu kısır döngüden “ortak dünya”mızı yaratarak ve o dünyaya karşı duyduğumuz kalp ağrısıyla dolu sevgimizle çıkabiliriz ancak. Yoksa, iktidarların istediği, örnek vatandaşlar olarak haksızlıklara ve utanmazlıklara ses çıkarmamaya, ses çıkaranları da hain ve terörist ilan ederek, televizyonlardaki sahte dünyalarda yaşamaya devam ederiz. Todorov, “Ortak Hayat” adlı kitabında “Hayatımızın buhranı ihtiyaçlarımızdan çok sevgilerimizden kaynaklanır” diye yazmıştı ya, belki de bu yüzden, yaşadığımız bu zor günlerde ilk aşkımı beklediğim o kır kahvesini hayal ediyorum sürekli. Cemal Süreya’nın “öyle düzeltici öyle yerine getiriciydi sevmek” dediği şey yüzünden belki de… Arendt’e göre de, dünyayı kendimizden daha çok sevebilirsek eğer, içimizdeki umut da varlığını sürdürecek…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 19 Mart 2014)

0 yorum: