İçimizdeki Uyumayan Şey

Posted: 12 Nisan 2014 Cumartesi by bülent usta in
0

Bazen her şeyden uzaklaşmak istersin ya, fazla gelir artık yaşananlar. Bizim de küçük bir teknemiz var, çoğu zaman motoru arıza yapan. Edip Cansever’in “her deniz yaşlıdır zaten, öğrenmez ama öğretir” dizesine uyarak, usulca açılıyoruz uzaklara. Amacımız balık tutmak değil, Bilge Karasu’nun “Göçmüş Kediler Bahçesi”ndeki o balıkçının başına geldiği gibi, yıllar önce avlanmışız zaten…

Bir noktadan sonra artık kara görünmüyor, hava bulutlu olduğu için gri bir boşluğun içinde yüzüyoruz. Aklımda olan şeyler, ıssızlığın ortasında bir bir dökülüyor denize. “Ruh” diyorum Torik İsmail’e, “içimizde henüz uykuya dalmamış o ruh yüzünden başımıza geliyor bu işler…” Torik İsmail, komik bir şey söylediğimi düşünüp basıyor kahkahayı. Aslında ciddi ya da değil farketmiyor onun için, hayatla dalga geçerek ya da küfrederek dayanmayı öğrenmiş. Acının ortasında, acısız yaşamanın yolunu bulmuş kendince. Bense, kitaplarla ve yazmakla dayanıyorum, ama bazen Torik gibi dalgama bakmak da hoşuma gidiyor, belki o da benim gibi olmayı istediği için bu teknedeyizdir, kim bilir…

Coetzee’nin “Petersburg’lu Usta” romanındaki, ölen üvey oğlunun özel eşyalarını almak için karakola giden Dostoyevski ile polis şefi Maksimov arasında geçen konuşmayı düşünüyorum. İlknur Özdemir’in çevirisiyle okuduğum roman, rüyalarıma bile giriyor bugünlerde. Dostoyevski, babama dönüşüyor rüyamda, babamın sesiyle konuşuyor. Oğlunun ünlü Rus anarşistlerinden Neçayev ile ilişkisini öğrenen Dostoyevski, polis şefiyle ilginç bir tartışmaya giriyordu romanda, Neçayevizmin bir düşünce olmadığını, bir ruh olduğunu söylüyordu ısrarla: “Neçayev’in mürit bulabilmesinin nedeni, içindeki bu ruhtur. Onlar ruhu izlerler, adamı değil.” Maksimov’un, eski Rus devrimcilerinin içinde de bu ruhtan var mıydı sorusunu, onlar idealisttiler, yeterince entrikacı olamadıkları için başarısız oldular diye yanıtlıyordu Dostoyevski. Bizim eski zamanlardaki devrimcilerimizi hatırlıyorum. Düşmanları gibi amaç-araç doktrinini benimsemedikleri için, kendilerine ihanet etme pahasına dürüst davranmışlardı.

Seçimler yaklaşırken, miting alanlarındaki, iktidar uğruna her tür ahlaksızlığın içinde takla atanları düşünüyorum da, aynı alanlarda, ağaçları ve özgürlüğü savunmak için bedenlerini gaz fişeklerine siper edenler canlanıyor gözümün önünde. Fatsa’da, arabalarında bomba ve silahlarla yakalanan MSP milletvekilleri ile Terzi Fikri arasındaki farkı görebilseydi çoğunluk, istihbarat savaşıyla görünür olan bu entrikalar da hiç yaşanmayacaktı. Yolsuzluklar değil miydi, gazeteci ve genç ölümlerin asıl sebebi, kanatları çuvallara sığmayan çocukların kederini yüreğimize akıtan…

Maksimov romanda, ısrarla şu sorunun yanıtını istiyordu Dostoyevski’den: “Hayalperestler, şairler, üvey oğlunuz gibi zeki gençler neden Neçayev gibi haydutlara hayranlık duyarlar?” Dostoyevski, “Bilmiyorum. Belki de gençlerin içinde henüz uykuya dalmamış bir şey olduğu içindir. Belki hepimizin içinde vardır bu: Yıllardır ölü sandığımız ama aslında uyumakta olan bir şey” diye yanıtlıyordu.

Gezi Ruhu, herkesin içinde yıllardır ölü sandığı şeyin uyanmasıydı. Uyanan o ruhu, entrikalarla, korkularla, yalanlarla yeniden uyutsalar dahi, artık görülecek rüyalar bile değişti…

“Büyük bir yanılgı içindeyiz” diyorum Torik İsmail’e, “düşünceler değil hayatımızı şekillendiren, içimize giren o ruh. Gezi’de insanlar fikirlerden çok şiirler yazdılar duvarlara. Fikirler, o ruhtan çıktığı sürece anlamlı oldu hep. Entelijansiya ve edebiyat, ruhunu yitirdiği için önemsizleşti toplumsal yaşamda.” Torik İsmail yine basıyor kahkahayı. Yeşilçam filmlerinden klişelemiş replikler sıralıyor, “Bedenime sahip olabilirsin, ama ruhuma asla” gibi… “Durumlar değişti” diyorum, “insanların bedenlerine sahip olmak için ruhlarını kullanıyorlar artık.” “O zaman zombilerle dolu ortalık desene” diyor, yine basıyor kahkahayı… Kefen giyip ortalıkta dolaşanlar geliyor aklıma, ben de başlıyorum gülmeye.


Torik’le kafaları çekeceğiz sonra, o âşık olduğu şu hayalet kadını anlatacak, ben kendi aşkımın hayaletiyle derin bir sohbete dalacağım denizin ortasında. Sonra motorumuz yine arızalanacak, kahkahalar atarak sızdığımız teknenin içinde, sürüklenip duracağız… Dostoyevski’nin  bahsettiği içimdeki o uyumayan şey, azıcık da olsa uyuyacak belki, Melih Cevdet Anday’ın bir şiirinde “her şeyi, adımı bile unutup uyusam” dediği gibi…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 26 Şubat 2014) 

0 yorum: