Olağanüstü Olağan Günler

Posted: 12 Nisan 2014 Cumartesi by bülent usta in
0

İleride şöyle hatırlayacağız bugünleri: Sonra Emek Sineması yıkıldı… Sonra Fazıl Say, Ömer Hayyam’ın şiiri yüzünden hapis cezası aldı. Sonra, ders kitaplarından şairlerin sakıncalı görülen dizeleri çıkartıldı teker teker… Sonra sokaklardan masalar kaldırıldı, insanlar evlerine kapatıldı… Sonra Taksim Gezi Parkı’ndaki ağaçlar kesildi, oraya kocaman bir kışla yapıldı… Sonra Roboski katliamının üstü… Sonra Hrant Dink cinayetinin üstü… Sonra… Sonra….

Değişim, öylesine alıştırıla alıştırıla, büyük bir sabırla çalışılarak gerçekleştiriliyor ki, kısa sürede olacak şeylerin hepsi geniş zaman dilimlerine yayılarak tepkilerin debisi ayarlanıyor. Sonra bir bakmışsınız, yaşadığınız şehir bir başka, siz bir başka olmuşsunuz. Artık şiir yazarken “Tanrı” değil de sadece “Allah” sözcüğü aklınıza geliyor (Melih Cevdet Anday’ın şiirinde geçen “Tanrı” sözcüğü, ders kitaplarında “Allah” sözcüğüyle değiştirilmişti), bira gibi sözcükler şiirinizde zaten hiç geçmiyor, çünkü içecek olarak sadece şerbetin tadı var damağınızda. Gülümsüyorsunuz değil mi böyle şeyler söyleyince. Brecht, gülenler için şöyle diyordu bir şiirinde: “Gülenler, / Kötü haberi almadıkları için sadece / gülebiyorlar henüz.”

Bir süredir gülemiyorum, kendime bile. İşten çıkınca, eğer gitmem gereken ders, atölye ya da bir toplantı yoksa, Balıkçılar Kahvesi’ne gidiyorum. Macit Amca’nın masası bir süredir boş. Ben de o boş masaya oturup açıyorum Macit Amca’nın kara kaplı defterini, başlıyorum okumaya… 60’larda başlıyor defter. Yaşadığımız zamanla hiçbir bağı kalmamış sanki o yılların. Denizdeki balıklar bile farklıymış, daha çok, daha canlı… Defterdeki çoğu şeyi yazdığım romana sakladığım için beni bağışlayın, çünkü tam romanlık bir defter. Macit Amca, hastaneden çıkmadı henüz, ama çocukları durumu iyi diyor. Benim ve balıkçı arkadaşlarının kendisini ziyarete gelmemesini, onu o hâlde görmememizi özellikle rica etmişti.

Defteri okurken, hani şu eskiden pusula yardımıyla kullanılan portalan haritalar vardır ya, Piri Reis’in de çizdiklerinden. İşte öyle bir harita çıktı içinden, bir tür hazine haritası gibi gizemli işaretlerle dolu üzeri. O gizemli haritanın peşine henüz düşmedim. Önce Macit Amca’ya danışayım istiyorum.

Defteri karıştırırken Macit amca’nın yaşadığımız süreçle ilgili şöyle bir not düştüğünü gördüm: “Tüm bu olup bitenler bir planın varlığını gösteriyor. O plana çok bağlılar. Medyanın ele geçirilişinden siyasi ve hukuki operasyonlara, sendikaların etkisizleştirilmesinden kadrolaşmaya… Hatta şehir planlamasında bile önce kamu binalarından başlayıp, şık bir isim ve vaatle oluşturulan kentsel dönüşüm planıyla da gecekondu bölgeleri tasfiye ediliyor. Bu planı, öğrenciler ve bir avuç sürgünün sürgünü aydın bozamaz. Entelektüel yaşadığı toplumun gönüllü bir sürgünüyken, iktidar yanlısı olmadığı için gönüllü sürgünlüğün üstüne bir de zorunlu sürgünlükle başetmek zorunda. Bu planı, ulusalcılar hiç bozamaz, çünkü o başarısızlığa mahkûm iyi düşünülmemiş ve yenileyemedikleri planlarının neticelerini yaşıyoruz bugün. Solcuların da, yaşadığı dağınıklık, yenilgi psikolojisiyle alakalı kompleksleri, ayrıca sürekli bir saldırı ve kuşatma altında oluşları, doğru düzgün bir plan geliştirmelerine olanak tanımadı şimdiye kadar. Eski planların da geçerliliği olmadığı ortada. Kürt hareketi, iktidar için bir engeldi. Zaten bunu bildikleri için, önce operasyonlarla iyice zayıflatıp sonra da uzlaşma yolunu açtılar. Kürt hareketi bir engel, çünkü planları var. Üstelik tıpkı kendilerininki gibi esnek, üzerinde kolayca değişiklik yapabildikleri bir plan… Bizim çocukla (Bülent’le) bu plansızlık durumunu konuşayım, bakalım o ne diyecek?”

Macit Amca’nın notu beni gülümsetti. Ama haklıydı, gerçekten de bir planın içinde, tamamen spontan ve savunmada, plansız bir hayat sürüyoruz. Yaşadığımız süreç, alışkın olduğumuz bir hükümet edilme süreci değil. Olağanüstü günler yaşıyoruz ve yaşadığımız bu olağanüstü günler öyle güzel idare ediliyor ki, hayatın kendi olağan akışı bozulmuyor, Emek Sineması olayında olduğu gibi. Bir grup duyarlı insan ve sinemacının protestosundan sonra, ödüller alındı verildi, ödüller alınırken yıkıma yönelik eleştiriler yapıldı, sonra herkes eğlenmeye ya da ne yapıyorsa onu yapmaya devam etti. Peki ya “Siz haklıymışsınız, alın sinemanızı” denseydi, o zaman ne olacaktı? Önemli olan, bu planın neo-liberal piyasa anlayışının bir planı olduğunu kavrayıp, yıkım ekipleri gelmeden çok önce, nasıl bir şehirde yaşamak isteniyorsa, o isteğe göre bir plan dahilinde örgütlenebilmek. Herkes kendi kovanının derdinde ve başka kovanlara çomak sokulurken sessiz kalmaya devam ettiği sürece, Emek Sineması’nın yıkılıp yıkılmamasının kendi başına bir önemi kalmayacak. Her iktidar, hükmettiği mekânı kendi planına göre şekillendirmek ister. Cumhuriyet kurulduğunda yapılan şey buydu. Şimdi de nasıl hukuktan medyaya her şey yeniden düzenleniyorsa, yaşadığımız sokaklar da “neo-liberal muhafazakâr” değişimden payını alacak, alıyor… Ama gözden kaçırılan şey şu: Karşımızdaki iktidar, kendilerinin de sık sık tekrarladığı gibi, daha önceki iktidarlara hiç benzemiyor. Öyle spontan eylemlilikler, imza toplamalar ya da basın açıklamaları kendi başına yeterli değil. Herkesin bir planı olması lazım, sürekli hamle yapılmasına olanak sağlayan bir plan… Ve iktidarla, iktidarı destekleyen kitleyi birbirinden ayrı düşünüp değerlendirecek bir plan… Çünkü, iktidarı destekleyen herkes, gerçekte neyi desteklediğinin çok da ayırdında değil.


Balıkçılar Kahvesi’nden çıkıp eve giderken, aklımda sadece olağan bir biçimde yaşadığımız olağanüstü günler yoktu… Defterin arasından çıkan haritada kalmıştı aklım… Bir şeyler çağrıştırıyordu ama…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 17 Nisan 2013) 

0 yorum: