Kanayan Yazı

Posted: 12 Nisan 2014 Cumartesi by bülent usta in
0

Geçenlerde gazeteci bir dostum, Balıkçılar Kahvesi’nde beni ziyarete geldi ve konuşmanın bir yerinde “Herkesin hak ettiği şekilde yönetildiği” iddasında bulundu. Duymaktan hiç hoşlanmadığım sözlerden biri. Çünkü yönetilmek hak edilmiş değil, gasp edilmiş bir şey ve kimse yönetilmeyi hak etmez.

Sorumluluğu, cahil gördüğü halkın üzerine yıkıp vicdanını rahatlattığını söyledim ona. Nasıl olsa hak edildiğimiz gibi yönetiliyoruz, iyi yönetilmeyi hak edene kadar canımı sıkmayayım, işime gücüme bakayım demek istiyorsun sanki dedim. Aramızda bazen böyle sert konuştuğumuz olur. Sonra bir şakayla gerginliği yumuşatır, kaldığımız yerden devam ederiz. Ama bu defa öyle olmadı, devlet ve siyaset geleneğinden bahsetmeye başladı, konjonktürel etkilerden … Konjonktür sözcüğünü her duyuşumda tüylerim diken diken olur.

Keşke Türkiye’yi sırtlayıp Ortadoğu’dan uzak bir yere taşıyabilseydik dedim ona. Çok fazla komplo ve komplo teorisi, çok fazla iç ve dış müdahale, bir sürü birbiriyle ilişkili ya da çatışan iktidar arasında, işimiz o kadar zor ki... Ama bu zorluklar, başka güzel şeylere de yol açabilir, açmalı artık. İktidar savaşları yüzünden yüz yıllardır çok ağır bedeller ödemiş insanlar bu topraklarda. Şimdi Osmanlı diye söz edip duruyorlar ya, Mithat Cemal Kuntay’ın hakkında kitap yazdığı “Sarıklı İhtilalci” Ali Suavi’nin bir anısını okudum geçenlerde, 1800’lerde Simav’da çocuğunu satmak zorunda kalan bir köylü kadından bahsediyordu. Eşyası çalındığı için davacı olan bir köylü kadın, Nahiye Müdürlüğü’ne vekaleten bakan, Hacı Hafız Oğlu’nun yanına gelir bir zaptiyeyle. Ali Suavi, başında yeşil sarık, sırtında kürk, sürekli dua mırıldanan, elinden tespih düşürmeyen biri olarak tarif ediyor Hacı Hafız Oğlu’nu. Nahiye Müdürü Vekili, kadını dinleyip, dava dilekçesi yazar. Sonra kadın gitmek isteyince, dilekçe parasını vermeden nereye gidiyorsun öyle der Hacı Hafız Oğlu. Kadın, köyde hizmetçi olduğunu, parası olmadığını söyler ağlayarak. Olmaz der Vekil, devletin müdürü senin hizmetkârın mı, vereceksin. Kadın yanındaki küçük çocuğunu esnaftan birine yıllığı 40 kuruşa satar da öyle kurtulur devletin müdürünün elinden. Şimdi durum değişmiş gibi gözüküyor, politikacılar, halkın hizmetkârıyız diyorlar ya, iktidar oldukları zaman nasıl daha büyük efendi oluruzun yarışına girip, akla hayale gelmeyecek entrikalara başvurmaktan da geri kalmıyorlar hiç. Peki ya adalet? Bir dava dilekçesinin bedeli olarak çocuğunu satmak zorunda kalan o köylü kadının kavuştuğu adalet, çocuklarının canını alanlardan hesap soramayan analarla yoluna kaldığı yerden devam ediyor… O yoksul köylü kadının torunları, yıllardır Galatasaray Lisesi önünde adaleti bekliyor, bir gün gelir umuduyla.

Mahkemeler, adalet dağıtmaktan çok bir gelir kaynağı olarak görülür devletler tarafından, vergilendirmek, para cezası kesmek, haczetmek vs için... Zamanla siyasi iktidara bağlanarak ve onun denetimine girerek sömürünün adaletini dayatmak için silahlı güçle bağı da güçlendiriliyor… Özellikle diktatörlüklerde, mahkemeler çok işlevli bir araç hâline geliyor ki, hâlâ 12 Eylül Anayasası’yla yönetildiğimizi ve sırf siyasi güç hesapları yüzünden bir türlü yeni bir anayasa yapılamadığını ya da özellikle yapılmadığı da bir gerçek. Kişiler arasındaki davalarda göze çok çarpmasa da (o da o kişinin hangi sosyal sınıftan olduğuna bağlı elbette), devletin ya da siyasi iktidarın taraf olduğu durumlarda, sıklıkla perukluk hadiseler çıkıyor karşımıza bu yüzden. Bazen düşüyor da o peruk, ama düştüğü yerden çabucak alınıp başka bir dava için taranıp süsleniyor yeniden.

Balıkçılar Kahvesi’nde otururken, kuvvetli bir fırtınayla birlikte yağmur da başladı. Fırtına uğultusu ve yağmur sesi, çoğu zaman insanı kendi içine bakmaya zorlar, hani geçen yazıda bahsettiğim şu “sol göğsümüzün altındaki taze göz” kanamaya başlar...

1800’lerde, Simav’da oğlunu esnafa satan o köylü kadın, köyüne dönerken kim bilir neler düşünmüştü? Gezi’de çocuklarını kaybeden analar neler düşünüyordu şimdi kim bilir? Biz, neler düşünüyoruz? Şimdi, tüm o anaların, hak ettikleri için bu acıları yaşadıklarını, hak ettikleri için böyle yönetildiklerini söyleyebilir miyiz? Simav’daki gibi, Hacı Hafız’ın oğulları, ellerinde tespih ya da viski kadehi olsun, sarıklı ya da takım elbiseli, kendi çıkarları için zulmetmeye devam etmiyor mu hâlâ? Simav’daki o köylü kadının başına gelenlerin onlarca mislini yaşamadı mı 12 Eylül’de insanlar, Hacı Hafız oğulları zenginliklerine zenginlik katarken. Her zaman iktidarda onlar yok muydu, sarıklı ya da fötr şapkalı… Gezi, Hacı Hafız oğullarına karşı anaların bir isyanı, bir çağrısıydı öncelikle, adalet isteyen…

Asıl mühimi, Simav’daki o köylü kadını çocuğunu satmaya ikna eden inanış, kabulleniş… O da başka bir yazıya, kanayan gözün gösterdikleriyle… Bırakalım kanasın, kanayabildiği kadar...


Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 3 Aralık 2013)  

0 yorum: