Eylüller’e İsyan!

Posted: 12 Nisan 2014 Cumartesi by bülent usta in
0

Dışarıya kitapsız ve deftersiz çıkmam genellikle. Bunu öylesine söylemiyorum. Şehirlerarası bir otobüs yolculuğunda, yanıma defterimi almayı unuttuğum için otobüsten indiğim ve kendimi yol kenarındaki bir köyün bakkalında bulduğum dahi olmuştu. Şimdi tablet bilgisayarlar var ama ben illa yanımda bir defter olsun isterim, kalem ve kâğıdın büyüsü olmadan, olmaz...

Geçenlerde, otobüsten inip yol kenarındaki köyün bakkalından aldığım o defteri buldum. Tarih düşmemişim yazdıklarımın yanına, ama 90’lara ait bir defter olduğundan eminim. Genellikle, kendimin bile zor okuyabileceği bir el yazısıyla yazarım, özellikle yolculuktaysam, yanımda oturanların meraklı bakışlarından korunmak için. Defteri açıp okumaya başlayınca, o yaşlardaki pek çok kişi gibi yalnızlıktan, aşktan, isyandan bahseden şeyler yazmışım, bir Ahmet Kaya ruh hâli içinde... Nedir o ruh hâli diye düşündüm sonra... Yaşadığı dünyadan memnun olmadığı için değişmesini isteyen, ama çoğunluk bunu istemediği için isyanı kendi içinde patlayan... Masumiyetine sıkı sıkı sarılmış, devrime teknik ve ideolojik bir meseleden çok duygusal açıdan yaklaşan, beyniyle değil yüreğinin sesiyle hareket eden... Ahmet Kaya’nın siyah beyaz bir portresinin olduğu karpostalın üzerinde şöyle yazdığını hatırlıyorum: “Umutsuzluk, umudun diyalektiğidir.” Umutsuz olmaktan, yorgun olmaktan, yenildiğini kabul etmekten, isyan etmekten, ölmekten  korkmuyordu, ya da “korkuyorum” demekten de korkmuyordu. 12 Eylül sonrası süreçte, herkes onun şarkılarında kendisine dair bir şeyler buldu, ya çok sevdi, ya da arabesk diyerek eleştirdi, popüler bir şarkıcı olduğu için popülist olmakla suçladı, umutsuzlukla umut arasında diyalektik bir ilişki görmediler. Ama hayatın içinde bir yandan korkunç bir kıyım ve baskı yaşanırken, bir yandan da kapitalizm sınıf kültürünü yok ederek tüketim toplumunun üzerinde yükseleceği kitle kültürü denilen canavarı yaratıyor, insanları kendi çaresizlikleriyle baş başa bırakıyordu. Aslında, Kürt hareketinin yükselişiyle birlikte Ahmet Kaya’nın ruh hâli ve şarkıları da değişime uğramış ve isyanını daha da parlatmış, üstelik kitle kültürü içinde kendisine de yer bulmuştu.  Ama içinde yer aldığı kitle kültürüyle dalgasını geçmekten de geri durmadı, linç edilmekten korkmayarak... İşte o yüzden Cumhurbaşkanlığı Ödülü Ahmet Kaya’ya verilince, ne alaka diye düşündüm. Hayatta olmadığı için, kesinlikle kabul etmeyeceği bir ödülü vermek, fırsatçılıktan başka bir şey gibi gelmiyor bana.

Niyetim Ahmet Kaya analizi yapmak değil. O defteri okurken, o günlerde yaşadığım ruh hâlinin Ahmet Kaya şarkılarıyla ilişkisini anlamaya çalışıyorum. O yıllarda okuduğum şiirler, dinlediğim şarkılar, acıyı estetize ederek katlanabilir kılmayı öğretmişti bana. Kurtulanamayan yoksulluk ve acılarda derin anlamlar keşfederek onları sevmek de mümkündü pekala... Mesela gecekondular, şık binalardan daha şiirsel gelirdi bana, daha çok hayat kokardı (hâlâ öyle); sadece yoksulları değil, yoksulluğun kendisini de sevmeye, “bir hırka, bir lokma”yı yaşambiçimi olarak benimsemeye, keşişler gibi yaşamaya başlamıştım... Tabii o zamanlar Spinoza okumamıştım, sevince ve kedere dair kafam farklı işliyordu; neşelenmek, giydiğim hırkaya yakışmayan bir süs gibiydi... Spinoza, keşişler için gerçekte ne kadar bencil olduklarından bahseder ya, dünya nimetlerini hor görerek daha büyük bir şey uğruna yaşadıklarından ve bu yüzden daha çok acı ve keder ürettiklerinden... Şimdi yine “bir hırka, bir lokma”yla yaşamaya devam ediyorum, ama bu defa yüzümde bir gülümsemeyle... Üzerimdeki hırkaya, bir şal gibi doluyorum neşemi, yasımı nasıl sevinçle yaşayacağımı öğreniyorum, ama bu hiç ağlamayacağım ya da öfkelenmeyeceğim anlamına da gelmiyor elbette, acıyla baş etmek için onu estetize etmeli yakaya takılan bir karanfil gibi... Yani hiçbir şeyden vazgeçmemek gerek, acıysa acı, neşeyse neşe...


O gün, şehirlerarası yolculuk yaparken beni otobüsten indiren gerçekte yazma arzum muydu, yoksa başka bir şey miydi diye düşündüm sonra, defterde yazılanları okurken. Bir şey boğazımı sıkıyordu sanki ve boğazımı sıkan o şeyden ancak yazarak kurtulabilirdim. O yüzden kendimi otobüsten atmış, yazacak bir şey bulma umuduyla bakkala koşmuş ve defteri alır almaz oturup yazmaya başlamıştım. İçimdeki zehiri başka türlü akıtamazdım, çünkü hayat bizi öyle bir kuşatıyordu ki, nefes almamızı sağlayan kitaplar ve yazmak olmasa, hâlimiz ne olurdu bilmiyorum. Thomas Bernhard’ın YKY’den çıkan “Goethe Öleyazıyor” adlı kitabında yazdığı gibi, “bu kitabı okursan mahvolursun” dediler, “ölümcül olan manzaralara baktırdılar”, zindanlarla, zindan gibi okullar ya da kışlalarla, “kendi bataklıklarında ve çoraklıklarında öldürmek üzere” ruhumuzu çekip almak istediler bizden, kalbimize bir an bile huzur vermediler. İşte böylesine zorlu bir şey oldu hep bu topraklarda yaşamak ve yazmak... Gel de Ahmet Kaya dinleme iki gözüm... Gel de Eylül’e, Eylüller’e isyan etme...

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 30 Ekim 2013)

0 yorum: