Şimdi ve burada
Posted: 6 Ocak 2019 Pazar by bülent usta in
0
Cinayet haberlerinin ardı arkası kesilmiyor, bireysel
ve toplumsal şiddet olayları… Suskun bir toplum kadar tehlikeli bir şey yok.
Belirsizliklerin yarattığı kaygılar… Ekonomik krizden daha tehlikeli olan anlam
krizi…
Yıllar sonra yeniden Kieslowski’nin “Üç Renk”
üçlemesini izledim. Daha ilk filmin ortalarındayken, “Hayır, bu film, benim
yıllar evvel izlediğim film olamaz” diyerek yerimden sıçradım. Yıllar evvel,
filmin sadece detaylarını, duygusunu izlemiş olduğumu, hikâyenin kendisiyle hiç
ilgilenmemiş olduğumu anladım. Sanırım o yıllarda yaşadığım hayat da öyleydi,
bir labirentin içinde kaybolmuş gibi kitapların, filmlerin içinde dolanıp
duruyordum. Küçük bir detay, o detayın zihnimde yarattığı imge, beni bütünüyle
ele geçiriyordu. O zamanlar, yeterli deneyim ve birikimim olmadığı için belki
de… Hikâyenin bütününü görebilmek için gerekli olan o mesafeden yoksundum. İnsan
kendi zihnindeki labirentten çıkış yolu bulduğunda, dışarıda olup bitenleri
daha iyi görebiliyor. Yazmak ve okumak da belki bu işe yarıyordur, kendi
içimizdeki labirentten çıkış yolunu arama…
Üçlemeyi izlerken, bu toplumun bir bireyi olarak,
aslında sürekli bir yas ortamı içinde yaşadığımı düşündüm. Yası yadsıma üzerine
kurulu bir hayat, bütünü görebilmenin önündeki en büyük engel. Milyonlarca
insanın şehirlerin meydanlarında toplanıp birbirlerine sarılarak ağladıklarını
hayal ettim. O ağlamanın sonunda, yine birbirlerine sarılarak dans
edebileceklerini…
D.H. Lawrence’ın “Ölen Adam” adlı kitabında vardı, insanların
en çok tutkuyla istediği şey, izole edilmiş ruhlarının kurtarılması, bütünlüğün,
uyum halinde yaşamanın devam etmesi… Dinlerin, ideolojilerin böyle bir etkisi
yok mu? Psikoterapinin de hedeflediği bir şeydir bu, yüzlerce ekol ve yöntem,
insanda o bütünlüğün nasıl sağlanacağıyla ilgilidir, içsel ve dışsal izolasyona
son vererek. Günümüzde dinî fanatizmin artması, ırkçılığın yükselişi ve diğer
olumsuzluklar, insanın tüketim toplumu içinde izole edilişinin bir sonucu değil
mi?
Lawrence’ın “Canlı ve bir bedende olmamızın ve
yaşıyor olmamızın sayesinde, tüm evrenin beden bulmuş hali olmamızın
esrikliğiyle dans etmeliyiz” sözleri, “şimdi ve burada” olmanın mucizevi etkisini
anlatır, geçmiş ve gelecekte değil, “şimdi”de yaşayabilirsek, tüm evrenin beden
bulmuş haline döneceğimizi… “Şimdi”de yaşamaksa, ancak yas sürecini
tamamlamakla, geçmişle yüzleşebilme cesaretini gösterebilmekle mümkün hale
gelir.
John Fowles, “Zaman Tüneli”nde Lawrence’tan
bahsederken, “dış dünyaya kirletilmiş bir camdan” baktığımız tespitini yapıyor:
“Belli belirsiz ‘dinsel’ önyargılardan, çocukluğumuzda içimize işlemiş
düşüncelerden oluşmuş bir sisin içinde yürürüz.”
Etrafımızı saran sis, daha da yoğunlaşıyor. Kirlenen
camları temizlemekten ziyade, o kadar kirli ki artık, camı kırarak dışarıya
bakabilmek, bakmaktan ziyade pencereden atlayıp hayata karışmak, temiz havayı
derin derin soluyarak labirentin çıkış kapısına doğru koşar adım yürümek…
Fowles’un dediği gibi, “Dünyanın insan tarafı, yani
bizim dünyamız çok hasta…” Bu hastalığın tedavisi, siyaset ve sanatla mümkün;
ama aklı tutsak eden “siyaset ve sanat”la değil, “şimdi ve burada”, sisin ve
labirentin içinden çıkış yolu arayarak…
Kieslowski’nin
üçlemesini izledikten sonra, pencereyi açıp derin derin nefes aldım. Yıllar
evvel izlediğimde bu filmleri, bir hüzün kalmıştı içimde, şimdiyse bir umut… Bilge
Karasu’nun çevirisini yaptığı “Ölen Adam”ın son sözleri şöyleydi: “Alsın
sandal, götürsün beni… Yarınla birlikte, başka bir gün, yeni bir gün
gelecektir.” Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 8 Kasım 2017)