Zihinsel mesken
Posted: 6 Ocak 2019 Pazar by bülent usta in
0
Enrique Vila-Matas’ın “Kassel’de Mantık Aramak” romanında
rastladım “zihinsel mesken” kavramına. Zihnimdeki o okyanus kenarındaki balıkçı kulübesini hatırlattı
bana. Ne zamandır uğramamıştım oraya. Vila-Matas’ı kulübeme davet etmeyi
düşündüğümden, bir temizlik yapsam iyi olacak diye düşündüm. Ama önce oraya
ulaşmam gerekiyordu ki, bu oldukça zordu. Sokak ortasında öldürülen kadınlar, yükselen
dolarla iyiye giden ekonomi… Ne olacağını kimse bimiyordu, gündem her an tam
aksi yönde değişebilirdi.
Murakami ya da Djian’ın roman karakterlerini örnek almak
gerekiyordu belki de, bütün olumsuzluklara ve talihsizliklere karşı o tuhaf dik
duruş, uyumlu bir reddediş, büyüsü bozulmuş dünyayı büyülüymüşçesine yaşamaya
devam… Rüzgâr gibi olmalı, öyle değil mi?
Okyanus kenarındaki kulübeye varmam, ancak bir tür tekneye
benzettiğim şarkılar ve şiirlerle mümkün oldu. Bazen dalgaların gücüne
dayanamayıp alabora oluyordu tekne… İyi yapılmış tekneler, alabora olsalar bile
batmazlar, dalgalarla uyumluydular, denizin bir parçası gibi davranabilirler.
Türkçe şiir, romanlara göre daha sağlamdı bu açıdan, boğulacaksan bile
dalgalara ihtiyaç yoktu, içinde olman yeterliydi.
Kulübenin olduğu kıyıya ayak basınca, içimi derin bir
huzur sarmıştı, yoktu burada televizyon, felaket ve umut tacirleri. Oturup,
soğuk ve sert esen rüzgâra aldırmadan okyanusu izlemeye koyuldum, daha çok bir
hatırlamaydı yaşadığım.
Denize ya da dağa bakmak, hatta dağdan denize, denizden
dağa bakmak neden insana huzur verir? Bunun açıklaması defalarca yapılmıştı,
Melville’de de okumuştum bununla ilgili bir şeyler. Sonuçta huzur verdği kesin,
belki sonsuzluk hissi verdiği içindir. Tıkış pıkış şehirlerin insana yüklediği
o ağır mı ağır yalnızlık hissinden kurtulunca... Ne tuhaf, elini sallasan elli
kişiye çarparsın, ama tam da bu yüzden yapayalnız hissedersin kendini, sanki o
elli kişinin yalnızlığı da yalnızlığına eklenmiş gibidir.
Edebiyatımız yaza yaza bitiremedi bu kalabalıktaki
yalnızlık mevzusunu, o başka... Belki de yalnızlığın gerçekte ne olduğunu bilmediğimizden
takılıp kalmışızdır bu meseleye. Belki de yalnızlık, bu topraklarda dünyanın
herhangi bir yerine göre daha ağır bir şeydir, kim bilir… Anlayacağınız hiçbir
şey bilmiyordum, kulübemin hâlâ yerli yerinde durduğuna bile şaşırmıştım. Bütün
yolculuk boyunca, acaba orada mı diye kuşkuya kapılıp durmuştum, yabancılaşma
böyle bir şey. Yabancılaşmamış insan, bu çağda bir yabancıydı asıl.
Kulübenin içi tozla kaplıydı, pencereleri kırılmış,
eşyalar dağılmış... Hepsini yerli yerine koymak gerekiyordu. Hava soğuktu,
şömine için kuru odun bulmak, her şeyi silip temizlemek… Bir sürü siyah-beyaz
fotoğraf asılıydı kulübenin duvarlarında, zihnimde yer etmiş geçmiş anlar… Tek
tek o fotoğraflara bakıp kendimi anımsadıkça kulübe temizlendi, kırık camlar
değişti, şömine yandı. Vila-Matas’la pencere kenarındaki masaya oturup çayımızı
yudumlayarak, dışarıdaki dev dalgaları izlemeye koyulduk. Şöyle dedi: “Belki
ben de bir edebiyat adamı olduğumdan ve bu dünyada hâlâ iyimser olunabileceğine
inandığımdan ben de kimi sanatçıların yanında yer alıyordum. Hayatımın bir
evresinde yaptığım tercih bu yöndeydi. Kim bilir, insan arada sırada etrafını
saran tuhaflıkların her zaman çok da korkunç olmadığını düşünme ihtiyacı
duyuyordur herhalde.”
Anlamı çok derin sözler değildi bunlar, ama çıplak bir
hakikati dile getiriyordu, hayatımızın bir evresinde yaptığımız tercihlerle
ilgiliydi, yanında durduğumuz sanatçılar ve iyimserlik… Romandaki anlatıcı,
öyle çok da iyimser biri değildi, özellikle geceleri pusuda bekleyen
melankolisine paçayı kaptırmamak için sürekli bir çaba içindeydi. Çoğu kişi
eminim bu haldeydi. Zaten Vila-Matas da, romanın bir yerinde sorumluluğu
gecenin kendisine atıyordu, kendisini gerçekleştirmek isteyen geceye…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 13 Aralık 2017)