Soylu hainler

Posted: 23 Mayıs 2008 Cuma by bülent usta in
0

Çalıştığım yayınevi, Cağaloğlu'ndaki Ankara Han'dan, Kadıköy'de yeni yerine taşındı. Romanlara konu olan tarihi bir yapıdan yazıyordum, şimdiyse Kadıköy'ün eski muhitlerinden Yeldeğirmeni'nden yazıyorum. Küçük bir bürodan, geniş bir mekâna taşınmış olduk, ama yeni bir mekâna alışmak, onu bir giysi gibi üzerine uydurmak oldukça zor bir şeydir benim gibiler için. Buradaki tek avantajım, daha once Aygün arkadaşımın evinin bu muhitte olması ve uzun bir süre o evde yaşamış olmam. İçinden tren geçen ev diye tarif ederdik orayı, tam demiryolunun kıyısında olduğu için. Yeldeğirmeni'ndeki ilk yazımı yazarken, Kadıköy'de 2 Temmuz Sivas Katliamı için yürüyordu insanlar. 2 Temmuz 1993'ten bu yana kaç yıl geçmiş. Tüm diğer faşistler gibi, İslamcı faşistlerin de, tarihte sadece yaptıkları katliamlarla anılacak olması yaptıklarının en büyük cezası olarak kalacak şüphesiz. Kuşaklar boyu insanlar, bu katliamcı faşistlere lanetler okuyacak. Ama sadece katliamcılara mı, o katliamı hazırlayan her şey, o lanetten kendine düşen payı alacak, 12 Eylülcüler gibi. Elleri kanlı bu faşistler bu topraklarda kendi başlarına yetişmedi çünkü. Onları güneşle değil de karanlıkla, suyla değil de kanla besleyenleri unutmak mümkün mü? Ellerindeki kanı, hiçbir inancın, hiçbir kutsallığın yıkayama-yacağını göremiyorlar mı? Üstelik öldürdükleri için ellerine ne geçtiğini kendilerine hiç sormuyorlar mı? Türküler sustu mu, şiirler yazılmıyor mu karanlıkta patlayan havai fişekler gibi.

Ve herkes şunu da bilecek: Nasıl ki Hrant Dink gibi güzel bir insan göz gore gore katledildiyse, Sivas katliamında da 33 dünya güzeli insan, şiirleri ve türküleriyle göz göre göre katledildi ve bizler de tüm olup biteni televizyon ekranlarından izledik. Ruanda'daki, Irak'taki, Filistin'deki ve dünyanın herhangi bir yerinde yaşanan herhangi bir katliamı sadece izlemekle yetindiğimiz gibi.

Bir güç beni masamdan kaldırıp sokağa çıkardığında, Yeldeğirmeni'nde her şey tuhaf bir aydınlığın içine gömülmüştü. İnsanı sokağa çeken tuhaf bir aydınlık... Sivas katliamını protesto edenlerin olduğu tarafa doğru yürüdükçe sokakları, caddeleri, meydanları kuşatan o tuhaf aydınlık da çoğalıyordu sanki.

Siyahlar içinde eli kırbaçlı bir kadının sessizce, sanki yürümüyor da, hafif havalanmış olarak yanımdan geçişini görünce, şaşkınlıktan kalakaldım öylece. Benim durduğumu gören kadın da, olduğu yerde durdu. Eli kırbaçlı bir kadın... Bir fotoğraf canlandı gözümde o an. Bir kitap kapağında Friedrich Nietzsche ile birlikte, elinde kırbaçla poz veren Lou Salome olabilir miydi bu kişi? Bugünlerde Versus'tan "Nietzsche" adlı kitabı çıkmıştı. Siyahlı kadının peşinden koşup "Afedersiniz, siz Lou Salome misiniz?" dedim. "Ne kadar ilginç, siz ölülerle konuşabiliyorsunuz?" dedi bana çok şaşırmış bir ifadeyle. "Her ölüyle değil. Sadece kitapları olan ve kitaplarda yer alan ölülerle." "Allahtan sadece onlarla konuşuyorsunuz, bir de ölülerin tümüyle konuştuğunuzu düşünsenize." "Gerçekten yorucu olurdu galiba" dedim gülümseyerek. Espi-rili bir başlangıç olmuştu.

Üzerindeki elbisesi ve elindeki kırbaca bakarak bu kadının böylesine neşeli olabileceğine pek ihtimal vermezdim açıkçası. "Benimle kitabım sayesinde konuştuğuna göre, hangi kitabımı okuyorsunuz?" "Nietzsche hakkında yazdığınız kitabı okuyorum birkaç gündür. Onu yakından tanıyan birisi olarak, onun felsefesi ve iç dünyası hakkında bu kitap aracılığıyla daha ayrıntılı bir bakış elde edebileceğimi düşündüm." "Evet, bana aşıktı. Ben de onu seviyordum ama, onun istediği gibi değil.

Nietzsche gibi birisine aşık olmak, benim gibi birisi için kolay bir şey değildi. Uzun süre mektuplaştık onunla." "Size de o dönem aşık olmayan yok gibi." Bunu söyledikten sonra bir parça utandım, acaba fazlaca ileri mi gitmiştim samimiyette? "Çok doğal. Entelektüel konularla ilgilenen kadın sayısı maalesef o dönemde de azdı." Kitap hakkında uzun uzun sohbet ederek yürüdük Yeldeğirmeni'nin sokak aralarında. Nietzsche'nin yapıtlarını, büyük bir açıklıkla ele alan ve çözümleyen bu yapıtın değeri tartışılmazdı.

Sohbet, kitaptan uzaklaşıp güncel siyasete geldi. "Son zamanlarda Türkiye'de hain patlaması yaşanıyor Lou. Birisine 'hain' diyerek, hapse atmak, linç etmek, çekip öldürmek çok kolaylaştı, kolaylaştırıldı. "Hainler, birbirine benzemez, biliyorsundur belki. Soylu hainler ve soysuz hainler vardır." "Siz böyle deyince, kitabınıza aldığınız Nietzche'nin şu sözleri aklıma geldi: 'Bizi yanıp kavrulmaktan ve kül olmaktan koruyan zihindir...

Ateşten korunup, akıl tarafından sürüklenerek, fikirden fikire yürürüz... her şeye ihanet eden soylu hainler gibi... Hainler olmalıyız, sadakatsizliği adet edinmeli ve her zaman ideallerimizi terk etmeliyiz.' İkinci Dünya Savaşı'nda Hitler iktidardayken Hitler'e ihanet edenler, savaş sonrasında kahraman olmuş, Hitler'e bağlı olanlarsa hain ilan edilip idama gönderilmişlerdi.

Gerçekte hangileri hain, hangileri değil? Faşist Hitler'i durdurmak için ona ihanet edenler mi, yoksa Ari ırkın yüceliğine inanmış, Hitler'e ruhlarını, bedenlerini ve vicdanlarını emanet etmiş olanlar mı? Herkes bu soruyu kendisine sormalı bence. Ya da Deniz Gezmişler mi, yoksa onları hain ilan edip idama yollayanlar mı, gerçekte hain? Soylu ve soysuz hain ayrımı burada kendisini açık ediyor.

Ben, Nietzsche gibi, Jean Genet gibi, Nâzım Hikmet ya da Hrant Dink gibi soylu hainlerden olmayı tercih ederim, eğer herkes hainse. Savaşta, bir komutanın içi kadın ve çocuk dolu bir evi ateşe verme emrini reddedenin ihanetini, evi ateşe verip, öldürdüğü o insanlara ihanet edenin ihanetine tercih ederim açıkçası. Ama bunu görmüyor insanların çoğu. Millet, din, ideoloji vb. kutsallaştırılmış değerlere körü körüne bağlı olanların, bu kutsal değerleri kullanarak oynadıkları oyunlar, aldatmacalar ve katliamların yarattığı ihanetin kurbanı oluyor çoğu zaman soylu hainler.

Bugün Kadıköy'de bir yürüyüş vardı Lou, Sivas'ta din adına katledilenlerin anıldığı. Çoğu çok genç yaşta ölen o insanlar, dans eden, şarkı söyleyen, şiir yazan pırıl pırıl insanlardı." Daha fazla konuşamamış, boğazımı hüzünden bir şey tıkamıştı. Lou, belki de anlattığım çoğu şeyi anlamamıştı, belki de anlamış ama o da susmayı tercih etmişti, bilemiyorum. Biz iki 'soylu hain', Yeldeğirmeni'nden o tuhaf aydınlığın bulunduğu tarafa doğru yürüdük.

Bülent Usta (4 Temmuz 2007)
Bülent Usta

0 yorum: