Zilo'nun Hayali

Posted: 25 Nisan 2014 Cuma by bülent usta in
0

1915’in 24 Nisan sabahı, evinden alınıp götürülen ve bir daha dönmeyen, 26 yaşındaki tiyatrocu Yenovk Şahen’in “Agos” gazetesinde yayımlanan fotoğrafı duruyor bir köşede. Onun yanında da Berkin’in fotoğrafı… İkisinin de yüzüne güneş vuruyor pencereden… Kanatları çuvallara sığmayan çocuklarla dolu bu topraklarda, 23 Nisan’ı kutlamanın hüzünlü bir yanı oluyor ister istemez. Yenovk Şahen gibi ne çok insan Ermeni olduğu için, Kürt olduğu için, sosyalist olduğu için, gazeteci ya da yazar olduğu için dönemedi evlerine ve Berkin gibi yüzlerce çocuk… Çocuklar ne anlar ideolojilerden, iktidarlardan; Ermeni, Kürt ya da Alevi olarak doğdukları için başlarına gelenler nasıl izah edilebilir onlara?

Suriye’ye giden bir arkadaş, kamptaki çocuklardan birine sormuş, “Ne istersin?” Böyle büyük şeyler ister sanmış, neyse artık o büyük şey, belki masalsı bir şey, masallardan bir şey… “Kalem” demiş çocuk, “Kalem isterim…” İstenilmesi kolay bir şey istemiş, hemen ulaşılabilecek, öyle barış gibi ulaşılması zor bir şey değil. Çünkü yetişkinlerden istenecek en son şeyin “barış” olduğunu öğrenmiş artık, kaleme razı… Şimdi devletin makamlarını göstermelik olarak çocuklara bırakacaklar ya, çocuklar da kendilerine öğretildiği gibi “barış” isteyecekler belki de, yanlarındaki devlet büyükleri gülümseyen pozlar verirken…

Deleuze, Norgunk Yayınları’ndan çıkan “Müzakereler” kitabında, Godard’ın çocukları siyasi tutuklular olarak gördüğünden bahseder. Hangi milliyetten, mezhepten, sosyal sınıftan olursa olsun, bütün çocuklar siyasi olarak tutukludur Godard’a göre.

Çocuk denilince, aklıma Yaşar Kemal’in “Cumhuriyet” gazetesi için, sokak çocuklarıyla yaptığı röportaj dizisi gelir, YKY tarafından kitaplaştırılmıştı “Çocuklar İnsandır” adıyla. Turhan Selçuk’un çizimleri ve Ara Güler’in fotoğraflarıyla acayip güzel bir kitap olmuştu. İşte o kitapta, hırsızlık yaparak, vagonların altına saklanıp uyuyarak yaşayan küçük bir kız çocuğu vardı, adı Zilo’ydu. Hani şu, Galata Kulesi’nin oralardaki plakçılarda çalan şarkıları dinlemeyi seven, para biriktirip kendisine şöyle küçücük bir ev yaptırıp oraya sığınma hayali kuran Zilo. Bütün röportaj boyunca, en büyük sorununun uyuyacak yer bulmak olduğunu söylemişti, çünkü kız çocuğuydu, kız çocuğu olmak zordu burada, hem de çok zordu. Erkek olsa vagonların altında değil, içinde yatardı, sıcak oluyordu çünkü vagonların içi, hem diğer erkekler rahatsız etmezlerdi o zaman. Daha yeni, 14 yaşında bir kız çocuğunun Diyarbakır’da intihar ettiğini iddia eden bir haber düşmüştü ajanslara. Küçücük, savunmasız bir siyasi tutuklu daha öldürülmüştü… Hiçbir çocuk intiharı, intihar değildir.

Zilo’nun hayalini düşünüyorum ne zamandır. O küçücük evi yaptırabilirse eğer, yani içinde bir yatak, üç sandalye (neden üç?) ve bir de tuvalet oldu mu yeter dediği evi olursa, tek başına yaşamak istediğini söylemişti Yaşar Kemal’e. Çocuk Şubesi’nden salıverilince de, ilk iş çizme çalacaktı kendisine, boyunlu bir kazak, çorap, etek, bir de ayakkabı, bir kolye, küçücük… 1975’te anlatmıştı bu hayalini Yaşar Kemal’e. Neredeyse 40 yıl geçmiş aradan, artık Galata Kulesi’nin oralarda öyle şarkılar çalmıyor Zilo... Suriye’deki iç savaştan kaçanların çocukları da gelince, daha da zorlaştı sokakta uyuyacak yer bulmak. Peki sana ne oldu Zilo? Hayalini kurduğun o eve kavuşabildin mi? Neden o evde tek başına yaşamak istedin Zilo?

Sana yemek bile vermeyen üvey anneni yanında isteyecek değildin ya. Peki ya babanı?.. Başka bir hayatı, başka çocukları olduğu için mi, onu da istemedin yanında? Yaşar Kemal’e hayallerini anlatacak kadar kendini yakın hissettiğin için mi, onun diğer çocuklarla konuşmasını engellemek istedin, “Bıçaklarlar seni” diyerek gözünü korkuttun? Ama o küçücük evinin, Dolapdere’de olmasını istediğini, orada güzel insanlar yaşadığını da söylemişsin, ne olursa olsun birbirlerinin yardımına koşan güzel insanlar… Sen de başkalarının yardımına koştuğuna göre, insanlara ve hayata küstüğün için değildi istediğin yalnızlık Zilo... Kimse seni rahatsız etmesin diyeydi belki, kendini güvende hissetmek için. Diyarbakır’da intihar ettiği iddia edilen o küçük kızın da sığınabileceği, kendine ait küçücük bir evi olaydı… Senin
Yaşar Kemal’e yaptığın şu “naniiiiiiiiik”ten yapardı belki o da, kim bilir...


Bugün 23 Nisan, yeryüzüne yayılmış en kalabalık siyasi tutsaklarımızın, çocukların bayramı… Çocukları rahat bırakın efendiler! Görmüyor musunuz, hiçbirinin kanatları sığmıyor ne çuvallara, ne de hayallere… Siz de bir zamanlar çocuktunuz, Dağlarca’nın “Çocuk ve Allah”ında yazdığı gibi, hatırlayınız vücudunuzda…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 23 Nisan 2014)  

Gabo'nun gidip de gidemeyişi…

Posted: 20 Nisan 2014 Pazar by bülent usta in
0

Gabriel García Márquez’in öldüğü haberi düştü ajanslara… Yakasında bir gül vardı geçilen haberdeki fotoğrafta… Annesinin yıllar sonra kendisini gördüğü zaman, dilenci sanacak kadar yoksul olduğu günlerden, yazdığı romanların dünya edebiyatını etkilemekle kalmayıp, o romanları okuyanların hayatı algılayışını da kökten değiştirdiği günlere ulaşmıştı. Kendisine sunulan hayatı iyi ve kötü yanlarıyla doya doya yaşamakla yetinmeyip, yaşadığı çağın tanıklığını en uç noktasına kadar götürecek bir yaşama sevgisini ve serüvenini, romanlarıyla içimize kazıyarak ayrılmıştı aramızdan.

Karısı Mercedes’le yoksulluk içinde yaşadığı günlerde, posta masrafına parası yetmediği için yazdığı romanın ancak yarısını yayınevine gönderebilmişti mesela. Uzun yıllar kimlik olarak üzerinde sadece postane kartı taşıyan, boğazından günde üç öğün yemek geçerse mide krampları yaşayacağıyla ilgili şakalar yapılan, en ciddi ortamlarda dahi dil çıkartıp poz verebilecek kadar neşeli, Meksika’da düzenlenen bir kongrede “Artık geleneksel İspanyolca gramerin ve imlanın emekliye ayrılması gerektiğini,” söyleyerek, hayatını İspanyolcaya adamış akademisyenleri fena halde gücendirecek kadar sansasyonel biriydi Gabo. Sokaklarda şarkı söyleyip dans edecek kadar, hayat dolu…


Gitti Gabo… Ama gitmedi Yüzyıllık Yalnızlık’taki Aureliano, Melquiades’in “Soyun atası ağaca bağlanır, sonuncusunu da karıncalar yer,” yazan elyazmalarındaki son cümleyi okuyarak kalakaldı aramızda. Çünkü biliyordu, yazgısının yüzyıl önce yazılmış elyazmalarında olduğunu. Tıpkı bizim yazgımızın da, Gabo’nun romanlarında yazılı olduğunu bildiğimiz gibi. 

Gitti Gabo... Ama gitmedi Kırmızı Pazartesi’deki Santiago Nasar, Hrant Dink’in nasıl göz göre göre öldürüleceğini göstermişti bize yıllar evvel, kendi ölümüyle…

Gitti Gabo… Ama gitmedi Benim Hüzünlü Orospularım’daki Delgadina, iğne iplikle düğme dikmeye devam ediyor ve onun ruhunun hoş kokusunu içine çeken ihtiyar, şöyle fısıldıyor bize her defasında: “Kesin olan tek şey ölümdür,” mutlu bir can çekişmesi içinde aşktan olsa bile…

Gitti Gabo… Ama gitmedi Kolera Günlerindeki Aşk’ın Florentino’su, insan yüreğinin bir genelev kadar geniş olduğunu söylese de, bir ömür boyu seveceği Fermina’yı beklemeye devam ediyor.


Yani gitmiş olsa da gidememişti yine de Gabo… Kafka, Proust, Joyce, Dostoyevski gibi dünya edebiyatına yön veren diğer yazarlar nasıl gidemediyse… Onlardan farkı, aynı yüzyılın dertleriyle dertlendiğimiz, aynı havayı soluduğumuz bir büyük yazar oluşuydu.

Deseler ki, Cervantes’in Don Kişot’undan sonra İspanyolca yazılmış en önemli eser nedir? Dünyanın pek çok yerinde, hiç düşünmeden farklı dillerde aynı yanıtı verecektir herkes: Yüzyıllık Yalnızlık… Cervantes, nasıl modern romanı aşılamaz bir eserle başlattıysa, Márquez de modern romanı alıp hayatın özüyle beslediği başka bir aşılamazlığa taşımıştı.

Márquez, doğduğu toprakların, yazdığı dilin, Kolombiya’nın ve Latin Amerika’nın Gabo’su olduğu kadar, bizim de Gabo’muzdu. Bir Avrupalının hissedemeyeceği kadar bizdendi anlattığı insanlar, olaylar, duygular… Belki yaşadığı topraklardaki yoksulluğa benziyordu yoksulluğumuz, çaresizliğimiz; belki askeri darbelerin ve katliamların ruhumuzda bıraktığı izleri görüyorduk yazdıklarında; cinselliğin çok katmanlı dünyası içine sıkışmış o tutkulu aşklara benziyordu belki yaşadığımız aşklar… “Büyülü gerçeklik” diye anılan yazım üslubu, halk hikayeleriyle yoğrulmuş bu topraklarda yaşayanlar için hiç de yabancı değildi. Çoğu kişinin okuma yazma bilmediği, kanalizasyonu ya da yolu olmayan, kuş uçmaz kervan geçmez, Cemal Süreya’nın bir şiirinde Anadolu için söylediği gibi, Tanrı’nın çocukluk günlerinde yarattığı bir yer olan Aracataca’da doğmuştu bir kere... Babamın bana çocukluğuyla ilgili anlattığı hikayelerde hep biraz Márquez, Márquez’in yazdıklarını okurken de hep babamın Anadolu’nun yoksul bir köyünde geçen çocukluğu gelir aklıma bu yüzden. Romanlarında ne anlatmışsa, bir karşılığı var bu topraklarda. O yüzden gidişinin, dünyanın pek çok yerine ve diline göre çok daha başka bir anlamı var bizler için.

Ama bırakalım dünya edebiyatını ve hayatı algılayışımızı nasıl değiştirdiğini, giden güzel bir insandı öncelikle… Yazgımızın yanıtlarını gizlediği romanlarını geride bıraksa da, gitmişti Gabo, yakasında bir gül… "İnsanın yaşadığı değildir hayat; aslolan, hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır," diye yazmıştı, Anlatmak İçin Yaşamak adlı kitabının başına... "Güzel hatırlanacaksın Gabo!" diye haykırmak geliyor içimden, hem de o kadar güzel hatırlanacaksın ki, dünya var oldukça, gitmene izin vermeyecek yazdığın romanlar…

Bülent Usta (SabitFikir, 18 Nisan 2014)

Kadıköy Edebiyattır!

Posted: 20 Nisan 2014 Pazar by bülent usta in
0




Ben eski bir Kadıköylü değilim. Son on yılım geçti sadece. Son iki yıldır da tam göbeğinde oturuyorum; evimin altı, yanı bar, bütün sokak bar ve meyhane, ama çok az oturmuşluğum vardır o bar ve meyhanelerde. Gürültü de oluyor çok, ama yine de ayrılmıyorum buradan. Ayrılsam da, daha az gürültülü olan bir yan sokağa geçerim en fazla. Niye mi? Çünkü Kadıköy edebiyattır, ben de bir edebiyatçı, bulmuşuz bir kere birbirimizi… Evimin bulunduğu sokağın biraz ilerisinde Cemal Süreya Sokak ve Fazıl Hüsnü Dağlarca Sokağı... Dağlarca, vasiyetini açıkladığı konuşmasında Kadıköy’ü neden sevdiğini şöyle dile getirmişti: “Ben İstanbul’un birçok yerinde ikamet ettim. Gezdim, gördüm, yaşadım. Ama en çok Kadıköy’ü sevdim. Kadıköy’ü bu kadar güzel yapan bence buradaki yaşamın çeşitliliği, renkliliğidir.” Dağlarca’nın kastettiği, sokaklarda hayat olması... Sokaklar sadece gelip geçilen, alışveriş yapılan, çalışılan yerler değildir Kadıköy’de. İnsanlar, sokaklarında içer, eğlenir, ağlar, zırlar, öpüşe de bilir üstelik... Cemal Süreya da, bir yazısında şöyle anlatır Kadıköy’ü: “İstanbul’da, ama Kadıköy’de oturuyorum.  Bu “ama” biz Kadıköylüler için çok şey açıklayan bir sözcük. Daha doğrusu bizi açıklayan bir sözcük. Kadıköylüler, iş ilişkileri ve zorunluluklar dışında İstanbul’u fazla kullanmazlar. Kadıköy yeter onlara. Diyeceksiniz ki, İstanbul yayıldıkça her semt için öyle olmuştur. Doğru. Ama bizim için daha da öyle. Öte yandan her şeye karşın, kasaba niteliğini yitirmemiştir Kadıköy. Oradaki dostluklar sıla dostluğu gibidir. Mahalle arkadaşlığı gibi.”


Çokluğun Grameri'nde Virno, Heidegger’in kaygının kökeni olarak gördüğü bir “kendini evinde hissetmeme” durumundan bahseder, dayatılan bir yaşam biçimi olarak.  Yani “kamusal alan” denilen yerde herkesin paylaştığı bir duygudur bu. Çünkü özellikle şehirlerde, insanların izole edilmeye yönelik bir hayat kurgusu içinde yaşadığı ortada. Ama ben, o kaygı halini Kadıköy’de yaşamadığımı fark ettim. İşyerim Beyoğlu’nda ve ben vapurdan Kadıköy İskelesi’ne ayak basar basmaz, sanki evimin salonuna girmiş gibi bir duygu yaşıyorum. Ancak Kadıköy son yıllarda hızla çarpık kentleşmenin, rant hesaplarının çoğaldığı bir yere doğru dönüşüyor.

David Harvey’nin Asi Şehirler kitabı yayımlandı geçenlerde. Çevirmenin 'sunuş' yazısında değindiği gibi, sermayenin el koyduğu ortak alanların geri kazanılması ya da el koymasını engellemenin tek yolu, sahip olunan ortak alanlarda toplumsal bir ilişki tesis edebilmekten geçiyor. Şehirlerdeki ortak alanlar bugün hiç olmadığı kadar ciddi bir tehdit altında. Bugün Taksim Gezi Parkı’nda olan şey, eğer insanlar yaşam alanlarını korumak için örgütlenmezse, her yerde görülebilir.


Kadıköy Sokaklarının Sansürlenmesi



Bugünlerde Kadıköy’de 'Barlar Sokağı' diye bilinen Kadife Sokak’ta barlara ait sokaktaki masalar, çevre sakinlerinden gelen şikayetler üzerine toplatıldı. Masaların toplatılması kalabalığı azaltmadığı için, tekel büfelerine de saat 22:00’den sonra kapatma zorunluluğu getirildi. Böylelikle gençlerin o sokakta toplanıp bira içmesinin önüne geçilmek istendi. Bu durum barların da işine yaramış olabilir, çünkü gençlerin bir kısmı, hava da güzelse, barlarda oturmak yerine, büfelerden içkilerini alıp sokakta vakit geçiriyorlardı. Kadıköy Belediye Başkanı, bu durumun içki yasağı olmadığını, geceleyin gençlerin bina girişlerine oturup etrafı kirletmelerini, gürültü yapmalarını önlemek için bu tedbiri aldıklarını açıkladı. Masaların kaldırılmasını da kaldırımların geniş olmamasıyla izah etti. Ama bu kararla büfelerin erken kapatılması, tüm Kadıköy’de ve polis denetiminde sert bir biçimde uygulanıyor. Başka çözümler üretmek yerine, doğrudan yasaklamaya gitmek, günümüzde egemen hale getirilen güvenlikçi anlayışla açıklanabilir sadece. Bu durum, son yıllarda gittikçe artan sansür ve yasaklama zihniyetini andırıyor. Ders kitaplarındaki –Cahit Külebi’ye ya da Edip Cansever’e ait– şiirlerin sansürlenmesi ile Kadıköy’ün sokaklarından eğlenen gençlerin temizlenmesi arasındaki ortak nokta, ikisinin de düşünme ve yaşam biçimine müdahale amacına hizmet etmesi.

Kadıköy edebiyattır, çünkü sokaklarında hâlâ hayat var, insanların birbirlerine temas edebildiği. Çünkü Dağlarca’nın dediği gibi “yaşamın çeşitliliğine ve renkliliğine” sahip hâlâ. Moda’ya çıkınca İzmir’i andırır, Yeldeğirmeni’nde de Barcelona’nın sokak aralarında geziniyormuşsunuz gibi hissedersiniz; çarşısında kilisesi, camisi, havrası, balıkçı tezgahları, sokak aralarındaki çay ocakları, meyhaneleri, Romanların darbuka sesleri ve çiçekçiler karşılar sizi...

Kadıköy edebiyattır ve şimdi, o da sansürleniyor azar azar, sokak sokak…


Bülent Usta (SabitFikir, 11 Eylül 2013)

Arkadaş, çay ve büyü

Posted: 17 Nisan 2014 Perşembe by bülent usta in
0

Yaşar Kemal, “bazı günler vapurlar, motorlar, sandallar denizin üstündedirler, uçar gibi havada salınırlar” der ya, öyle bir gün işte. Kıyıda oturmuş denizi izleyerek çayımı içiyorum. Aşk gibi İstanbul, manzarası sürekli değişse de değişmiyor verdiği his… Günümüzde her şeyin böyle çabucak eskiyor olmasına inat, jetonlu telefon kulübelerini özler gibi özlüyorum pek çok şeyi. Geçmişe ve yakamızdan tutup bizi peşinden sürükleyen gündelik hayatın hızına bakınca, kaç yıl yaşarsak yaşayalım, ömrümüz kelebeklerinki kadar kısaymış gibi geliyor bazen.

Bir müzik klibi süresine sığacak hayatlar yaşadığımızı fark etmiyoruz çoğu zaman, kesik kesik görüntüler, her şeyin hızla akıp geçtiği, bir tren penceresinden bakarcasına… Çeşitli pozlar veriyoruz o kliplerde, hani şu selfie çılgınlığındaki gibi… Sanki sürekli gülümsemek gerekiyor o fotoğraflarda. Eski fotoğraflara bakıyorum da, insanlar yüzlerine gülümseme maskesi takma ihtiyacı duymazlarmış hiç. Erkekler dimdik, bakışları bir noktaya sabitlenmiş, kadınlarsa bir rüyadan fırlamışçasına buğulu, baygın, büyülü…

Geçenlerde, Hürriyet gazetesinin sayfalarına Deniz Seki’nin gözyaşları dökülmüştü parantezler içinde. Ayşe Arman, o gözyaşlarının kaynağını şöyle açıklamıştı: “Zaten ne geldiyse başına, bence bu yüzden geldi. Gerçek olduğu, sahici olduğu için. Kıvırtmasını bilmiyor o. Hep ortada, açıkta.” Ama telaşa gerek yoktu, Deniz Seki iyiydi, “Tam 22 kilo vermiş”ti… Sahte mutluluklar, gerçek mutsuzluklardan iyiydi. Bir selfie çekin, ne kadar mutlu olduğunuzu görsün herkes…

Ülkece selfie çektirsek, yani milyonlarca insan, hep birlikte diye düşündüm. Çektim öyle bir fotoğraf zihnimde, sonra uzun uzun baktım o fotoğrafa. Çoğu kişinin yüzünde kocaman bir gülümseme olsa da, o gülümsemenin dikişlerinden derin bir huzursuzluk sızıyordu. Kendimizi kandırmaktan yoruldukça, huzursuzluğumuz da iyiden iyiye artmıştı. İçinde bulunduğumuz hayatın ve gerçekliğin sürekli olumsuzlanmasından, “Bu kadarı da olmaz” dedikçe, daha fazlasının olmasından… Bu huzursuzluk, tam da istenen bir şey. İnsanlar ancak böyle yılar, yalnız ve çaresiz olduğuna inanır. Attilâ İlhan’ın şiirindeki gibi “saadetin ıstırap çekmek olduğunu” keşfeder, boş koridorlarda gölgesini asarak kendisinden kurtulmaya çalışır. Ya da daha kolayı, iktidarların kendisi için hazırladığı ikna haplarından birini yutar, bakar keyfine. Bilmez o hapların yan etkilerini, etin çürümüşü gibi kokmaz çünkü ruh…

Hemen yırtıp attım zihnimden o fotoğrafı, tekrar İstanbul manzarasına döndüm, yeni bir çay söyledim çocuğa. Yaşar Kemal’in “Çocuklar İnsandır” kitabından fırlamış gibi bir çocuk… Getirdi bir koşu çayımı. “Sağol arkadaş” dedim, güldü “arkadaş” dememe. Dedim “Sen Kadıköylü değil misin, arkadaşız işte.” “Yok” dedi, “ben Mardinliyim.” “Nerenin suyunu içiyor, ekmeğini yiyorsan oralısın derdi ananem” dedim. Güldü yine. “Bana bak” dedim “sana da herkes kafayı yemiş gibi gelmiyor mu?” “He valla, hem de ne biçim yemiş.” Sonra beni göstererek “Sen de öyle” dedi, ama artık karnını tutuyordu gülerken. “He valla” dedim, “büyü biraz, o zaman göreceğiz seni de arkadaş.” Sonra bu son dediğime pişman oldum, yemesindi kafayı, mutluluk yesindi, sevgi yesindi, yemesindi onu hiçbir şey… Kimleri yemişti bu şehir, boğazına takılmıştı köprüleriyle, AVM’leriyle, hayal kırıklıklarıyla...

“Sen” dedi arkadaş, “niye bu kadar çok çay içiyorsun ki?” Dedim ki, “Beynim çay içtikçe çalışıyor, benzini yani.” Hiç beklemediğim bir soru sordu arkadaşım, zamane çocuklarından korkulur: “Peki bu dünya neyle çalışıyor?” Güneş, enerji, sevgi filan demeyecektim ona. “Büyüyle” dedim. “Nasıl yani?” dedi şaşkınlıkla, beklemiyordu hiç böyle bir yanıt. “Masallardaki büyüye benziyor ama tam öyle de değil. Bilgi denilen şey de, bir tür büyü aslında. Şu an dünya, kara büyünün etkisi altında. Kapitalizm adını vermiş birileri o kara büyüye. O yüzden herkes kafayı yemiş gibi, zombiler ya da vampirler gibi dolaşıyor ortalıkta. Çünkü kendi kafalarındaki gerçekte olmayan bir dünyada yaşıyorlar, daha doğrusu yaşatılıyorlar. Haklı olmak, doğruyu söylemek yetmiyor bu yüzden. Bütün mesele, o kara büyüyü sona erdirecek bilgiye ulaşmakta. İşimiz zor arkadaş, çünkü bilgiye değer verilmiyor bu topraklarda.” Gülmedi bu defa arkadaşım. Bir tabure çekip yanıma oturdu. Vapurların, motorların, sandalların uçar gibi denizin üzerinden geçişini, o büyülü manzarayı seyre daldık…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 16 Nisan 2014)  

Sahici Midyeler

Posted: 12 Nisan 2014 Cumartesi by bülent usta in
0

Kimse inanmasa da devletimizin çok güzel planları varmış bizler için. Hükümet üyeleri de, onları televizyonlardaki programlarına çıkarıp uzun uzun söyleşen, övgülerle dolu manşet atanlar bile inanmıyormuş ya o planlara, siz onları da, yapılan planları da boşverin. Yaptıkları seçimlere bile inanmayanlardan ne beklersiniz, rüyalarında bile oyları sayıp duranlardan. Öğrenciyken bazen o kadar çok okey oynardık ki, rüyalarımızda da okey taşlarını sayardık, fena sıkıcı bir işti. Okey oynamaya benziyor aslında biraz seçimler, elindeki taşları doğru bir biçimde dizmen yetmez, karşı tarafın da dizdiği taşları tahmin etmen gerekir ki, doğru taşı beklediğinden emin olasın. Ama görüldü ki, taş çalar gibi oy çalınıyormuş, sonra gel de inan yaptıkları işe, söyledikleri söze…

Belki de bu yüzden fena halde sıkıldığım oluyor bu ülkeden, kimse bir şeye inanmıyormuş gibi geliyor bazen. Devrimcisinden müslümanına, iktidarından muhalefetine, edebiyatçısından sinemacasına, sanki bir şey başarmak için illa ikiyüzlü olmak gerekiyormuş gibi bir sahtelik… Osmanlı’nın son zamanlarından bugüne kadar vatan aşkıyla bir sürü güzel planlar yapıldığını okuyorum kitaplarda. O güzelim planlara inanmadıklarını söyleyenlerin hain ilan edildiğini, sürüm sürüm süründürüldüğünü, yetmeyip öldürüldüğünü… Ama sorun şu ki, o planları yapan hiçkimse zaten inanmamış yaptığı ettiği hiçbir şeye. Çocuk oyunu gibi düşünün devlet yönetimini. Bir çocuk, hırsız polis oynarken, gerçek olmadığını bile bile inanır ya hırsız ya da polis olduğuna, öyle canla başla koşturur, ona benziyor bizim plan yapanlarımız da. Gerçek değil kendileri gibi…

Üniversite öğrencisiyken senarist olmaya karar vermiş, bir gazete ilanından yola çıkarak bir film atölyesinin seçmelerine katılmış, nasıl olduysa artık geçmiştim o seçmeleri. Sonrasında atölyeye devam etmeyip, sayfa başına para aldığım bir roman yazma işine girsem de –ki hayatımın yönünü değiştiren bir hikâyedir, belki başka bir zaman anlatırım- yönetmen Yavuz Özkan’la atölyede bir masada otururken sürekli olarak bana ve başkalarına “Sahici insan olmak gerek” dediğini duymuştum. O kadar çok söylemişti ki bu “sahici insan olmak” sözünü, o yıllardaki varoluşçu hallerim iyiden iyiye depreşmişti. Neydi bu “sahici insan”? Ne yer ne içer, nasıl sever, başkalarıyla nasıl ilişki kurar? Sonra anladım ki inanmakla ilgili bir şey sahici olmak, kendine, başkalarına, yaptığın işe, şiire, aşka, hayata inandığın ölçüde sahicisindir. İnandığın şey sahte olabilir, mesela birinin aşkına inanmışsındır ama o seninle sadece vakit öldürmüş ve tekmeyi basıp gitmiş olsun… Hiç önemli değil, sen o aşka inanmaya devam ettikçe, o aşk da, sen de sahicisinizdir.

Sahici insan olmaya kafayı taktığım günlerde, sonradan ana akım medyada yazılar da yazacak olan bir kadınla tanışmıştım. “Bana yoksullardan bahsetme. Açsalar gidip midye çıkarsınlar” demişti bir gün ve bunu söylediği zaman tam da bir yol ağzındaydık ve yağmur yağıyordu. Hiçbir şey söylemeden soldaki yola sapmış ve arkama bakmadan yürüyüp gitmiştim. Eğer o sözü etmeseydi, muhtemelen sevgili olacaktık, belki evlenecektik, kim bilir… Böyle durumlarda aklıma Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam”ı gelir, hani hoşlandığı iki kadın farklı yönlere sapınca, acilen hangisinin peşinden gideceğine karar vermesi gerekir ya. Bayan B’nin değil de Güler’in peşinden gider ve sonra düşünür acaba aradığı aşk Bayan B’de miydi diye? Güler’in peşinden gitmesinin nedeni, Tophane civarını sevmemesiyle ilgilidir yalnızca, Bayan B. o tarafa doğru yürümüştür çünkü. Cemal Süreya’nın dediği gibi “Hep sen kazanırsın çözümsüzlük!” Bana yoksullardan bahsetme diyen o genç kadın, sonradan sürekli yoksullardan bahseden yazılar yazıp durdu, o yazıları yazarken midye yediğini hayal ettim hep.


Sahici insan olmanın her zaman ağır bedelleri olmuştur ama o bedelleri ödedikçe insanın güzelleştiğine de tanık oldum. Ün ve para için kendisini helak edenlerin çaresizliği daha büyük gelmiştir bana. Etrafınızdaki güzel insanlara dikkatlice bakarsanız, inandıkları şeyler uğruna mutlaka bedeller ödemiş olduklarını görürsünüz. Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam”ının bizleri o kadar çok etkilemesi de, aslında gerçek aşkı arayan sahici bir insan oluşu değil miydi, eksikliğini duyduğumuz en önemli şey… Aç kalsak da midye çıkarır doyururuz karnımızı, yeter ki sahte olmasın yaşadığımız hayat… “Bir bardak su” yeter saçlarımızı ıslatmaya…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 9 Nisan 2014) 

Güzel Çaresizliğimiz

Posted: 12 Nisan 2014 Cumartesi by bülent usta in
0

Sonra gördük ki oylar da çalınırmış, hep çalınırmış da yeterince umursanmazmış eskiden. Çocuklar ölünce de umursanmazmış, ağaçlar kesilip AVM’ler yapılırken… Sonra değişmiş bir şeyler, öyle birdenbire değişir gibi olsa da, seçimlerin gösterdiği gibi, can suyunun kuruyan dallara, yapraklara ulaşması biraz vakit alıyormuş…

Olsun, geç de olsa oluyor ve olacak ya bir şeyler. Yalnız, bu politikacılarla yürümezmiş artık işler. Kariyerist, çıkar hesabı yapan bu sinsi tipler, bilmezlermiş çünkü siyaset yapmayı, ama bilirlermiş caka satmayı, kayırmayı, demogoji yapmayı. Ağaçlara, özgürlüğe, oylarına ve daha pek çok şeye sahip çıkan gençler, partilere, sendikalara, sivil toplum örgütlerine de sahip çıkarlarsa eğer, gelecekten korkulmazmış artık…

Gezi’yle birlikte uyanış başlamış, başka bir nesil geliyormuş da onları anlamıyormuş kendileri dışında kimse. Bırakın, anlamasınlar. Gezi’nin duvarlarını şiirleriyle süslediğiniz Edip Cansever demiş ya “Ne çıkar siz bizi anlamasanız da / Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar / Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da. / Hiçbir şey!” Aynı şiirde tekrarlayıp durur ya şu dizeyi Edip Cansever, sanki bir çaresizliği dile getirir gibi  “Ne gelir elimizden insan olmaktan başka / Ne gelir elimizden insan olmaktan başka”… 

Ama bildiğimiz bir çaresizlik değilmiş bu, aksine çaresiymiş her şeyin, insan olmakla başlarmış her şey. Biliyorum, çünkü konuştum dün gece Edip Cansever’le şiirleri arasında. Dedi ki bana, bu güzel çaresizlik olmazsa, olmaz aşk, olmaz şiir, olmaz yaşamaya değer bir şey… İnandım ben ona, şiire ve hayata inandığım için… Çünkü insan olmak, hayata inanmakla ilgili bir şey, ne olursa olsun kuyruğu dik tutmakla…

Barikatların birinde görmüştüm, bir genç kadın başından yaralanmıştı, kanıyordu... Dedi ki bana “Başka zaman olsa bayılırdım. Kan görmeye dayanamam.” Kalmış aklımda o sahne, küçücük bir kadındı ama sanırsın bir yumrukta devirecek Toma’yı, duracak dünya... Kendisini çaresiz hissetmiyor muydu, hem de nasıl. Gizli gizli Berkin için ağladığına eminim ama acımıyordu kendine, kan görünce artık bayılmadığı gibi. Zaten bir süre sonra espriler yapıp gülmeye başlamıştı olup bitene.

Bu başka nesil, her şeyi kutsallığından sıyırmayı iyi biliyormuş, hayata çıplak gözlerle bakmakla ilgilendikleri için. İlerleme denilince şirketlerin ve devletlerin anladığından başka bir şey anlıyorlarmış, özgürlük ve adalet denilince başka bir şey. Onlara öğretilen sözcükleri başka türlü kullandıkları için, başka türlü düşünüyor, başka türlü seviyor, başka hayaller kuruyorlarmış. Ama işte anlamıyormuş onları, en anladık diyen teorisyenler bile, çünkü bu insanların kalıpların dışına çıkmak gibi bir huyları varmış, şaşırtmayı seviyorlarmış. Ankara’da oylarına sahip çıkarken, milliyetçi olduğunu söyleyen belediye başkanı için, Kürtler, Müslümanlar, Kemalistler, devrimciler, sosyal demokratlar hep birlikte “Mansur Yavaş Kurtuluşa Kadar Savaş” diye slogan atarak yürümüşler mesela... Normalde olacak şey değil… Melih Gökçek, attığı tweet’ler, şehircilik ve estetik anlayışıyla yaşadıkları travmaların sembolüne dönüşmüş artık zamanla. Ya da Ceylanpınar’da BDP’nin yakılan oylarıyla yanıyormuş yürekleri… O birden havai fişekler gibi patlayan espriler, travmalardan silkinmek için olmazsa olmazlarıymış, can yakan acı ve hüzünden, içlerindeki boşluktan onları koruyan bir pelerin…

Gezi’den sonraki ilk seçimde, çoğu ilk defa oy veriyor olsa bile, sandıklara nasıl sahip çıkılır, nasıl tutanak tutulur her bir şeyin uzmanı olmuşlar, oy çuvallarına sarılıp uyumuşlar, sabahlara kadar kayıp tutanakların izini sürmüşler sosyal medyada, çok sevdiği kedisini kaybeden birinin telaşıyla... Yani artık bu başka bir şey, başka bir zamanmış... Devlet ve de hükümet, siyasi düzen, bu zamanın gerisinde kalmış…  


İşte bu yüzden, Edip Cansever’in Ahmet Abi’sine “Mendilimde Kan Sesleri” şiirinde seslendiği gibi “umudu dürt”üp, “umutsuzluğu yatıştır”mak düşüyor bize. Çünkü bu “dağılmış pazar yerlerine” benzeyen memlekette, hayalsiz yaşadığımız için kanamış hep mendillerimiz. Suyuna toğrağına benzediğimiz bu ülkenin kaderi, çekilen acılarla değil, kurulan hayallerle yazılsın diye…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 2 Nisan 2014)