Hızla Yürümelisin
Posted: 12 Nisan 2014 Cumartesi by bülent usta in
0
Yıllar evvel âşık
olduğum bir kadın, “İstiklal
Caddesi’nde yürüyorsan, hızlı yürümelisin, kalabalığın içinden süzülerek ve
etrafına bakmadan. Ya da o kadar hızlı bakmalısın ki, kimse seninle göz göze
gelemesin” demişti bir defasında. Ne demek istediğini anlamamıştım önce,
yürürken insanların yüzlerine, sokak şarkıcılarına, binaların arasına sıkışmış
gökyüzüne bakmayı seviyordum, hikâyeler kuruyordum kafamda, sona “bum” tosluyordum
birine, sonra başka birine. Görmek istemediğim insanlar yanaşıyordu yanıma,
anketörler, kimlik kontrolü yapan polisler...
Yazı yazmak,
siyasi bir mesele üzerine düşünmek de bazen hızlı yürümeyi gerektiriyor.
Gündemi değiştirmeye yönelik demeçler, manşetler, fikrini hiçbir zaman merak
etmeyeceğim yazarlar, anketler... İdeolojik tuzaklara yakalanmadan gündemin
içinde ilerlemek zor iş, çünkü bu tuzaklar bir otomobil reklamı gibi hem
olabildiğince açık seçik, hem de inanılmaz gizli... NATO’ya karşı mısın, peki
ya “koka kola”ya, öyleyse emperyalist bir ajan olan James Bond filmlerini de
sevmezsin... Değil işte öyle. Ne yapıp edip Gezi’yi gösteren kişisel ve
toplumsal pusulaları şaşırtmak istiyorlar, ulusalcılık, din, “oylar bölünmesin
seçimleri” bir yandan... Pusulalar şaşarsa, kedere ve yalnızlığa gömülür, korku
sisi içinde birbirini göremez insanlar; bunu istiyorlar...
İnsanların hayal
kurmasını engelleyip onlara hazır gıdalar gibi tüketilecek hayaller sunabilmek
için çalışan dev bir endüstri yaratılmış durumda. Boşuna değil, meydanların ortasına
dev ekranların kurulması; metrolar, vapurlar, bekleme salonları, her yer
ekranlarla ya da gizli kameralarla donatılmış durumda. Düşünsenize, vapurlarda
bile televizyon var ve insanların çoğu, Boğaz’ın o her saniye değişen rengârenk
manzarasını seyretmek yerine, yalanlarla süslenmiş iktidar yanlısı haber
programlarını izliyorlar. Neredeyse tuvaletlere koymamız için bile bedava ekran
dağıtacaklar, düşünmek ve hayal etmek için vaktimiz hiç olmasın diye...
Sanatın kutsal
güçlerini yitirişi de böyle başlar zaten, o kutsal güçler olmadan yazarlar,
sanatçılar, Sartre’ın “Sözcükler”de bahsettiği o şövalyelik yeteneklerini de
yitirirler, yazı makinesi, tuval boyacısı, kamera olup çıkarlar, kendilerinden
başka bir şey istenmeyen. Yeter ki dokunulmasın, onlar kendi korunaklı
dünyalarında yazıp çizsinler... Halbuki Pessoa, “Pessoa, Pessoa’yı Anlatıyor”
adlı kitaptaki mektuplarından birinde şöyle diyordu: “Politikada tarafsız
olmak, estetikte taraflı olmak ahlaksızlıktır.” 12 Eylül’den beri yaşadığımız
süreç, Pessoa’nın ahlaksızlık tanımına tıpatıp uyuyor aslında. Sırf kendi öykü
ya da şiir anlayışına uymadığı için pek çok şairi ya da yazarı sükut
suikastıyla baş başa bırakıp, iktidarlarla her daim çıkar ilişkisi içinde olan kişilere
dair pek çok örnek verebiliriz, bazen muhalif olmanın kariyerini de yapmayı
ihmal etmeyen...
Hızla yürüyüp
geçmeli ışıklı tabelaların, dev ekranların, kışkırtıcı afişlerin, Toma’ların ve
yalanların önünden. Bizim mevzumuz başka. Ağaçların kesilmesine karşısın, öyleyse
ilerlemeye karşısın diyenlerin hiçbir zaman anlayamayacağı şey, Gezi’ye
katılanların hayatlarını neden toplu konutlara ve AVM’lere hapsedilmiş olarak
geçirmek istemedikleri? Boğaz’ı vapurla geçerken neden televizyonu değil de her
gün görmekten bıkmadıkları martıları ve dalgaları izleyenlere şaşırmaları
gibi...
Gezi’de sanki
patlama şeklinde ortaya çıkan yaratıcı enerjinin sırrı, tahakküm
mekanizmalarından sıyrılmanın bir neticesiydi. İnsanların yaratıcı enerjilerini
sönümlendiren üretim, tüketim ve örgütlenmelerin çöküşü devam ediyor. Ama
insanın kendi yaratıcı enerjisiyle karşılaşması da kolay bir şey değil, o güne
kadar içine saklandığı ya da kapatıldığı kabuğun içinden çıkması... Şimdi bu
tür bir şaşkınlık içerisinde aslında insanların çoğu, rüya hissi yaşıyorlar... Özellikle
bizimki gibi otoriter kültürlerde, ne zor şeydir kendiliğindenlik;
zorunluluklar ve dayatmalar olmadan kararlar vermek, bedeller ödemek...
İstiklal
Caddesi’ni hızla geçip Gezi Parkı’na doğru ilerliyorum. Her zamanki kalabalık, güneş
batmak üzereyken âşıklar, ihtiyarlar, turistler... Ağaçlardan birinin altında
çimlerin üzerine yatıp gökyüzünü seyre dalıyorum. Sait Faik hayatta olsaydı,
Gezi Parkı’nı nasıl anlatırdı, peki ya Nâzım Hikmet... Onların cümlelerini,
dizelerini kuruyorum kafamda. En çok Turgut Uyar takılıyor aklıma, o zaten
yazmamış mıydı: “Ama geyikli
geceyi bulmadan önce / Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk”…
Hem de nasıl
korkuyorduk…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 23 Ekim 2013)