Çatlayan Kabuğun Sesi
Posted: 12 Nisan 2014 Cumartesi by bülent usta in
0
Kadıköy’deki kent mitingindeydim Pazar günü.
Aslında yorgundum çok, az uyumuştum, sabahın köründe kalkmış Kadıköy
sokaklarında gezinmiş, görünmeyen alevlerle yanmaya devam eden Haydarpaşa’nın
çığlıklarını işitmiştim. İçimden “Ne çektin be İstanbul” diye söylenip
duruyordum, hakkında şiirler yazılmış kaldırımlarında bile yürünemeyecek bir
şehire dönüştürmüşlerdi seni, elini kolunu bağlamış, bağrına mızrak gibi
gökdelenleri saplamış, seni sen yapan tarihi yapıları ve doğa güzelliğini
umursamadan, ayakkabı kutularına doldurulan paralarla peşkeş çekilmiştin para
babalarına. Bu kadar hoyratlığa, gaddarlığa, çirkinliğe, kötülüğe, acıya iyi
dayanıyorsun İstanbul. Sokak sokak soluduğun binlerce ton biber gazı bile seni
öldürmeye yetmemişti ki, on binlerce insan akın akın
geliyordu Kadıköy’e. Gezi Parkı’nda toplanan insanlarla nasıl gurur duyduysan,
şimdi de göğsün kabarıyordu yüreği ellerinde gelenleri gördükçe. Miting alanına
kocaman bir poster asmışlardı, hayatı savunurken ölen gençlerin fotoğraflarının
yanında, Hasan Hüseyin’in “elbet bir bildiği var bu çocukların / kolay değil
öyle genç ölmek” dizeleri yazılıydı.
Rıhtım’da, sloganlar atarak gruplar halinde
gelen kalabalığın içinde dolaşıyordum. Gencinden ihtiyarına, farklı yaşlardan,
farklı sosyal sınıflardan, gruplardan binlerce insanı bir araya getiren Gezi
Ruhu’nu orada kanlı canlı görmek mümkündü. Kürsüden ziyade, halkın arasında
dolaşan bir şeydi Gezi Ruhu, dinlemek değil konuşmak istiyordu herkes, şarkı
dinlemek değil, şarkı söylemek istiyorlardı, yönlendirilmek değil, kendi
yönlerini el ele tutuşup bulmak istiyorlardı. Halkbank’ın önünü hemen kürsüsü
olmayan bir kürsü yerine çevirmişlerdi bile, isteyen çıkıp konuşuyordu alkışlar
itirazlar arasında. En önemlisi tüm bunlar yaşanırken eğleniyordu herkes,
öfkeli olmaları gülmelerine engel değildi. Zaten bankanın önü, rengârenk
yazılamalar, afişler, ayakkabı kutularıyla dolmuştu kısa sürede. Yeni siyaset
filan deniliyor ya, artık mitinglerde kürsü, sahne gibi şeyler olmamalı bence,
müzik grupları halkın içine karışıp insanlarla birlikte söylemeli şarkılarını,
tıpkı Gezi’de olduğu gibi forumlar oluşturulmalı alanın farklı yerlerinde,
seyretmekten, dinlemekten bıkmış çünkü insanlar. Zaten çok azı dinliyordu
sahnede konuşanları, konuşanlar güzel şeyler anlatsalar da, herkesin
zanettiğinden daha politikti artık insanlar.
Kalabalığın içinde gezinirken, otuz
yaşlarında, kolunun altında gazete tomarıyla dolaşan bir adamın kendi kendine
konuştuğunu duydum, sinirlenmişti birilerine: “Hâlâ anlamıyorlar, bu başka bir
şey. Bıçak kemiğe dayanmış, gözümüzün önünde, göstere göstere soyuyorlar
ülkeyi, gözümüzün içine baka baka yalan söylüyorlar, gözümüzün önünde
öldürdüler gençleri ve kim bilir daha ne kadar can alacaklar böyle giderse.
Böylesine pişkinlik, utanmazlık, cehalet, yalancılık, alçaklık…” Konuşurken
nefes nefese kalmıştı, benim onu dinlediğimi fark edince, “Kusura bakma kardaş”
dedi, “şuradaki gençlere sinirlendim, polis trafiği engellediği için gitmek
istedikleri yere gidemiyorlarmış, miting düzenleyenlere kızıyorlardı. Azıcık
yürüyün siz de değil mi ama? Burada ülke elden gidiyor, onların derdiyse sadece
kendi rahatları.” Gülümsediğimi görünce, o da gevşeyip gülümsedi. Kolunun
altında tuttuğu gazeteleri, sıkı sıkı tutuşundan anladım, olup bitene gerçekten
kafa yorduğunu.
Sohbet ettikçe fabrikada işçi olduğunu
öğrendim, fazlasıyla kibar ve iyi niyetli biriydi. İlkokula gidebilmişti
sadece, çocukluğundan beri çalışıyordu, iki çocuğu vardı ve en çok onlar için
endişeleniyordu. Onları mafyaya ya da tarikatlara kaptırmaktan korkuyordu.
“Görünmüyoruz biz” diyordu, “kendimiz bile görmüyoruz kendimizi, gözlerimizi
televizyon ekranından ayırmıyoruz ki. Bir de bizi çok korkuttular, çok ezdiler,
çok çaresiz bıraktılar. Birbirimize düşürüp mafyaların, tarikatların kucağına ittiler
bizi. Şimdi yolsuzluk yapan, villalarda yaşayan bu politikacılar, bizim dilimizi
iyi konuşuyorlar, onları takip edersek bizim de onlar gibi olacağımızın
mesajını verdiler sürekli. Yoksulları, dağıtılan makarna, kömürü alıyor diye
aşağılamanın bir anlamı yok. Ne yalan söyleyeyim ben de aldım o kömürü,
makarnayı. Mesele, insanların kömüre, makarnaya muhtaç olması, dağıtılanı
almaları değil. Fabrikaya solcu gençler de geliyordu ara sıra, işçilerin çoğu,
gençlerin hâline bakıp ‘kendilerine bir faydaları yok ki, bize faydaları olsun’
diye düşündüler, güçlü olanın peşinden gittiler hep. Çünkü o güçlü kişiler,
kendi kabuğuna çekilmiş insanları ürkütecek şeyleri söylemiyor, onları o
kabuğun içinde tutmaya çalışıyorlardı sadece. Solcu gençlerse o kabuğu kırmanın
derdindeydi, yobazlıkla, devlet baskısıyla, yoksullukla kalınlaşmış o kabuğu...
Ama şimdi o kabuk çatladı, daha da çatlayacak.”
Biz bunları konuşurken, gaz bombaları birbiri
ardına patlamaya başladı bir anda. Biber gazı içinde göz gözü görmüyordu. İşçinin
sözlerini düşünüyordum gözlerimi kapatmış, nefes alamazken, Hasan Hüseyin’in dizeleri
geldi aklıma o an, “karataşın göbeğinde aşk / karataşın göbeğinde barış /
karataş çatladı çatlayacak...” Çatlıyordu...
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 25 Aralık 2013)