Güzel Yara
Posted: 12 Nisan 2014 Cumartesi by bülent usta in
0
Bu ara, belki sıcak havaların da
etkisiyle, sosyal medyadan da, hep aynı şeyleri evirip çevirip anlatan köşe
yazılarından da, devletten ve onun teröründen de; ve daha bir sürü şeyden,
hatta kendimden sıkılmış bir hâldeyim.
Önce oturup, sürekli olarak
ikilikler içine nasıl hapsedilişimizden bahsetmek istedim, sonra iktidarın çok
işlevli bir araç olarak kullandığı torba yasalara benzeyen bir torba dava
olarak Ergenekon’dan. Artık ne kadar sıkıldıysam, sonunda yazdığım kâğıtları
buruşturup attım ve Bandista’dan “Her Şeyin Şarkısı”nı, sesini sonuna kadar
açıp dinlemeye başladım. Şarkının bir yerinde “Yaralarım benden önce de vardı /
Ben onları bedenimde taşımak için doğmuşum” diyordu solist. İşte, şarkının tam
orasında durdum ve pencereden sokağa karışan melodiyle yaralarımı seyre daldım.
Yaralarımız bizden önce de vardı
ve o yaraları taşımak için doğmuştuk. Üstelik o yaralara durmaksızın yeni
yaralar da ekleniyordu. Bütün mesele, o yaraları taşımayı öğrenebilmekte gizliydi
belki de… Yaranın yara olmaktan çıkıp bir uzva dönüşmesi meselesi… Bana bu çok
mühim bir ayrıntı gibi geliyor. O yarayı, kangrene dönüştürüp kendini
zehirlemen de mümkün, o yarayla, ömrüne ömür katman, bedenini güzelleştiren bir
süse dönüştürmen de... Yazma ve yaşama coşkumu, yaralarımla kurduğum bu olumlu
ilişkiye borçlu olduğumu düşündüm o an ve gülümsedim şarkıyı dinlerken…
Peki neden bu yara mevzusu bu
kadar mühim ve bir yara nasıl olur da gülümsetebilir insanı?.. Gezi deneyimini
yaşamasaydım, nasıl hasta bir sistemin içinde, o sistemin zehirlediği havayı
soluyarak hastalandığımızı tam olarak anlayamayacaktım. Belki teorik olarak sistemin
zehirlediği havayı analiz edebiliyordum, ama Gezi Parkı’nda o temiz havayı
solumasaydım, gerçekten de anlamayacaktım nasıl berbat bir hayatı yaşamaya
zorlandığımızı. Direnişe katılanların, birden başka birine dönüşüyor
olmasındaki giz de, belki o temiz havayla ilgiliydi. Bir şarkı sözünde
vardı, âşık olunca insanın yürüyüşü bile değişir diye. Gezi'nin insanlar
üzerindeki etkisi tam da böyle olmuş, yürüyüşleri bile değişmişti.
Soluduğumuz temiz havayı zehirlemek
için tonlarca biber gazı saldılar atmosfere, öldürdüler, sakatladılar… Çünkü
biliyorlardı ki, eğer bir kere insanlar “hayatta kalma hastalığı”ndan kurtulur
ve yıkım tutkusuyla hayat tutkusu arasındaki bağı görürlerse, hiçbir güç onları
artık kolay kolay durduramaz.
Sistem, tehlikenin farkına varıp
düğmeye bastı ve kurbanlar seçti kendisine; birer birer canları almaya başladı,
kaza ya da linç süsü vererek. Bir taşla iki kuş vurup, hem kitleleri
kederlendirmek, hem de ölüm gerçeğiyle yüzleştirip “hayatta kalma hastalığı”
virüsünü yaymaktı niyetleri.
Bu “hayatta kalma hastalığı” öyle
belalı bir hastalık ki, insanı bir parça lokma için türlü aşağılanmalara,
eziyetlere alıştırabilir. Bu yüzden iktidarlar, sürekli olarak bize ölümü
düşündürtmeyi, ölümle tehdit etmeyi, hatta bazı ülkelerde olduğu gibi binlerce
insanın gözü önünde idamları sahnelemeyi severler. Şu meşhur “Sallandıracaksın üç
beş tanesini Taksim’de, bir daha yapıyorlar mı” sözünün de anlattığı gibi. Yasalar
gereği, Taksim’de sallandıramıyorlar üç beş kişiyi ama başka bir kurgu içinde,
sanki idamlık mahkûmlarmış gibi muamele yapabiliyorlar öldürdükleri kişilere.
Yetkililer, bu yüzden baş sağlığı
dilemiyor dikkat ederseniz, öldürenlerin peşine düşmemek için de bahaneler
üretiliyor, soruşturmaları engelleyecek zorluklar çıkarabiliyorlar.
“İyi tamam da, öldü insanlar,
kederlenmeyecek miyiz” diye sorabilirsiniz. “Ölümlere, sakatlanmalara bakıp
korkmayalım mı?” Anlatmak istediğim tam da bu aslında. Spinoza ve Spinoza
üzerine okumalar yapan Deleuze, “keder” ile “iktidar” arasındaki ilişkiyi çok
güzel tanımlarlar ama bu demek değildir ki, kederden kaçacağız, Ali İsmail
için, Ethem için, Abdocan için yas tutmayacağız. Judith Butler, “Kırılgan
Hayat”ta, birbirimiz tarafından nasıl
çözüldüğümüzden bahseder. Bu çözülme olayını aslında Gezi’de tecrübe etmiştik.
Parkta herkesin birbirini dinlemesi, anlamaya çalışması, dayanışma içinde
olması, kendiliğinden ve arzulu bir çözülmeyle gerçekleşmişti. Ateistlerin
Müslümanlarla oturup iftar yapması ya da bir BDP’li ile bir Kemalistin el ele
tutuşup gaz bombalarından kaçışını gösteren şu meşhur fotoğraftaki gibi… Keder,
eğer insanları birbirinden uzaklaştırmak yerine bağlarsa, bu bağlanma insanda
başkasının talebine açık olmasını sağlar genellikle. Butler’a göre “keder ve
yas”, insanı “duygulanımsal bir kendi kendini mülksüzleştirme”ye götürür ve bu
da onu siyasal ve etik bir özne hâline getirir ki, işte o taşımak zorunda
kaldığımız yaralar böyle güzelleşir... Güzel olmayan yaralar, kin ve nefretle
pansuman yapılanlardır, zehirler hayatı...
Pencereden sokağa karışan
melodiyle yaralarımı seyrederken,
Bandista’nın şarkısındaki bir dizeyi içimden tekrarlıyordum sürekli:
“Tarih durmadan yazılıyordu!”
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 7 Ağustos 2013)