Batan Gemi Orkestrası
Posted: 10 Nisan 2014 Perşembe by bülent usta in
0
Pek çoğunuzun hayatında bugün hiçbir şey olmayacak. Ama
birileri işinden, canından, sevgilisinden, huzurundan ya da mutluluğundan
olacak. Gazetelerde onların haberlerini okuyacak, belki en fazla üzüleceksiniz,
sonra geçecek. Her şey geçer, biliyorsunuz. Ben bu yazıyı yazarken hayatımda
hiçbir şey olmadı. Yani kayda değer bir şey olmadı. Hep alıştığımız şeyler…
Bizim hiçbir şey olmadığını düşünmemizi sağlayan şey, hayatımızda önemli değişiklikler
olmaması değil sadece. II. Dünya Savaşı sırasında Berlin’de üniversiteye giden
bir Türk’ün hatıratını okumuştum. Berlin bombalanırken üniversitede ders
yapmaya devam ettiklerinden bahsediyordu. Burada Alman toplumunun disipline
verdiği önemi görenler olabilir. Peki ya 12 Eylül askeri darbesinin yaşandığı
günlerde, tutuklu olmayan ya da polisten kaçmayanların haricinde herkes işinde
gücünde değil miydi? Çoğunluğun hayatında hiçbir şey olmamıştı darbe olduğu
zaman. Alışkın oldukları hayatı sürmeye devam etti herkes. Bu açıdan ünlü
“Titanic” filmi de anımsanabilir. Hiç batmayacağı düşünülen Titanic gemisi,
yavaş yavaş okyanusun karanlık sularına gömülürken, geminin orkestrası romantik
parçalar çalmaya devam ediyordu. Hayatımız bir bakıma o sahneye benziyor.
Orkestra çalmaya devam ediyor, gemi yavaş yavaş batarken…
Düzenin açıklarını kapatma vazifesi gören yazılı ve görsel
basın, bir tür orkestra olarak düşünülebilir. Elbette Titanic orkestrası gibi
masumane bir amaca da sahip değil bu orkestra. Titanic bizim sularımızda
batsaydı, muhtemelen herkes kamarasına çekilerek televizyondan izlerdi geminin
batışını. Başbakan’ın güven verici sözleriyle teselli bulur ve çoğunluk,
kamarasının penceresinden dışarıya bakma zahmetine bile katlanmazlardı.
Müdavimi olduğum Balıkçılar Kahvesi’nin bilge kişisi Macit
Amca, hayatı denizlerde geçmiş bir balıkçı olarak içinde bulunduğumuz geminin
su aldığından kendi adına emin. “Eğer, ülkeyi yönetenler vatan-millet-sakarya
edebiyatı yapmaya başladılarsa, kesin gemi su alıyordur” diyor. Dediğine göre,
içinde bulunduğumuz gemiyi hep tıkaçlarla batmaktan kurtarmaya çalıştık. Geçici
çözümler üretmek konusunda ustalaştığımız kesin, ama geçici çözümler sadece
daha büyük tıkaçlar yapmamızı sağlamaktan başka bir işe yaramadı. Halbuki bu
geminin baştan sona bakıma ihtiyacı var. Anayasa maddelerinde olduğu gibi arada
birkaç tahtayı değiştirmekle olacak şey değil.
Başbakan’ın bir televizyon dizisi için yargıyı göreve
çağırmasını ya da kürtajın yasaklanmasını, idamın geri getirilmesini
savunmasını da tıkaçlar olarak görüyor Macit Amca. Geminin su alan deliklerinin
gözden uzak tutulması, en az tıkaçlar kadar mühim. Mesela ekonomik sorunlar
konuşuluyor mu hiç? Gerçekten büyüyen bir ekonomimiz mi var? İşsizlik sorunu,
bir televizyon dizisinden daha mı mühim? Mühim, hem de çok mühim diyor Macit
Amca. Bu sadece Türkiye için de değil, dünyadaki pek çok ülke için de
insanların nasıl hayaller gördükleri, karınlarının tok olup olmadığından daha
mühim bir mesele. Zaten Doğu Bloku ülkelerinin kaybettiği yer de burası oldu
diyor, kendi kitle kültürü ideolojilerini oluşturamadılar. Çünkü sahip
oldukları ideoloji, kitleyi değil, sınıfı temel alıyordu.
Neden mi gerekli bu kitle kültürü ideolojisi? Kapitalist
tahakküme karşı direnişin kırılması ve sınıf bilincinin tasfiyesi için kitle
kültürünün, popüler kültürü işgal ederek dönüştürmesi gerekiyordu ve bunu
muazzam bir biçimde, hem de yazar ve sanatçıları da suç ortağı hâline getirerek
başardılar. Ama eğer kitle kültüründen bahsediyorsak, en başat sorunumuzun da
kimlik sorunu olması kaçınılmaz. Joel Kovel, Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “Arzu
Çağı” kitabında, kitle kültürü yaratılırken toplumsal yapıdaki kamusal ve özel
alanların birbirinden tamamen koparılmasının sonucu olarak benliğin boş bir
kabuk hâlini aldığından bahseder. Bu boş kabuğun, reklamcılar ve politikacılar
tarafından nasıl istismar edildiğini, Herman Melville’in “The
Confidence-Man: His Masquerade” adlı son yapıtına bakarak
izah eder. İşin ilginç tarafı, Melville de Amerikan toplumunu bir nehir
gemisine yerleştirmiştir romanında. Bu maskeli balo üzerine kurulu dev
organizmanın, kitle kültürü içinde benliklerini yitirecek insanlardan
oluşacağını çok önceden bildirmişti Melville. Biz, biraz geç yaşıyoruz tüm bu
süreçleri. 1980’den sonra ivmesi ve şiddeti artan bir biçimde kitle kültürü
içine hapsolmamızın ve en acılı bir biçimde kimlik sorunlarıyla boğuşmamızın
nedeni de bu bir bakıma. Melville’in gemisinde, insanlara kimlik ve özgüven
aşılayarak benliklerini daha çok parçalayan dolandırıcı kılıklı bir adamın
etrafında gelişiyordu olaylar. Güven Adamı olan dolandırıcı, insanlara şöyle
seslenir: “Kim bilir, belki de bir zamanlar kendinizi başkası olarak
görmüştünüz. Daha tuhaf şeyler olmuştu.” Ve bu ikna edici konuşma, konuştuğu
kişinin kendisini başka bir kimlikte düşünmesi, düşlemesiyle sonuçlanır. Bugün
de bir ikna sürecinden ve kimlik değişiminden geçiyoruz, benliklerimizi
yitirerek… İçinde bulunduğumuz gemi yavaş yavaş batarken pek çoğumuz kamaralarına
çekilmiş, televizyondan izliyor olup biteni. Bugün, çoğumuzun hayatında hiçbir
şey olmayacak… Çünkü her şeye rağmen çalmaya devam eden büyük ve güçlü bir
orkestramız var…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 28 Kasım 2012)