Acının Modası
Posted: 10 Nisan 2014 Perşembe by bülent usta in
0
Geçen gece rüzgârıyla binaları kamçılayan sert bir fırtına
çıktı. Yağmuru tazyikleyerek camlara vurduğu için kötü bir rüyanın ortasında
uyandırdı beni. Uzun zamandır böyle sert bir fırtına görmemiştim. Pencereden
ağaçların eğilip bükülmesini izledim bir süre. Alt tarafı bir fırtınaydı, ama
gerilmiştim çok. Neden bu kadar gerildiğime anlam veremedim önce. Sonra fark
ettim ki, bu topraklarda yaşayan herkes gibi ben de olağandışı bir gerginlik
içindeyim. Katliamlar, operasyonlar, açlık grevleri, sansür ve baskı iklimi,
gerdikçe germiş. İşin kötü tarafı, biz tüm bu gerilimleri normalleştirdiğimiz
için, ne kadar gergin olduğumuzun da farkında değiliz. Tepkiselliğimizin,
monolog hâlinde yaşamamızın en önemli nedenlerinden biri de yaşadığımız bu gerilim…
Bazen acının modası geçti diyen Wittgenstein’a hak veresim
geliyor. Yaşanılan gerilimin bir nedeni de acı çekmekten korkulması, acı eşiğinin
aşağılara çekilmiş olması belki de. Acının yerini o ele avuca sığmaz, kontrol
edilemez kaygı hâli almış durumda. Acıyı kesecek çareler bulabilirsiniz belki,
ama kaygıyı gidermek hiç de kolay bir iş değil. Öğrencilere, eskiden olduğu
gibi dayak korkusuyla ders çalıştırmak yerine, içlerine derin bir kaygı işleniyor
artık, gelecek kaygısı… Günümüzde üniversite öğrencileri polis copuyla korkutulmak
yerine, hapsedilme kaygısıyla karşı karşıya bırakılıyor…
Todd May, “Cogito”nun 70-71. sayısında yer alan makalesinde,
hem solda, hem de sağda yakılan ağıtlardan bahsediyordu. Sağın yaktığı ağıt,
sağlıklı bir toplumu ayakta tutması beklenen ebedi değerlere sadakatin yok
oluşu iken; solda yakılan ağıt kolektif eylemlere katılımın yetersizliğiyle
ilgilidir ve geçmiş büyük bir özlemle anılır genellikle. Todd May bu durumu,
sanayi ekonomisinde insanlar üreticilerken, günümüzde üreticilikten
tüketiciliğe evrilmemize ve bireyselliğimizin, maddesel bağımlılıklarımızın
artmasıyla kamusal alanı terk etmemize bağlıyor. Kamusal alan gerçekten de terk
edilmiş durumda. Yazılı ve görsel basını, iktidarın denetimine sokan da bu terk
edilmiş alan...
İnsanların evlerinde oturup internet aracılığıyla imza
vererek ya da cep telefonuyla mesaj atarak oluşturduğu bir kamuoyu, sokağa
yansımadığı sürece iktidarlar tarafından ciddiye alınmıyor pek. İnsanların
evlerinden çıkmasını engelleyen şey, Todd May’in bahsettiği gibi sadece tüketici
oluşları değil, aslında tüketici oluşlarından kaynaklanan kaygı hâli. Herkes
günümüzde öncelikle risk hesabı yapmak zorunda hissediyor kendini. En iyi risk
hesabını yapan borsada nasıl kazanıyorsa, gündelik hayatta da benzer bir risk
hesabına gidiliyor. Seçimlerde oy verirken bile, en alt tabakadan en üst
tabakaya kadar pek çok kişi, siyasi görüşüne göre değil, yaptığı risk hesabına
göre karar veriyor artık. Seçim anketlerini zora sokan da bir durum. Ama eğer
sürekli risk hesabı yapıyorsanız, aynı zamanda kaygılı bir ruh hâli içinde yaşamak
zorundasınızdır ve bu da sizi gerdikçe gerer. Bu yüzden de tüketiciler için
rahatlama, uğruna büyük bedellerin ödendiği bir uğraş hâlini alır ve hiçbir
zaman da tam bir rahatlama yaşayamazlar, çünkü kaygıyı besleyen toplumsal yapı
yerli yerindedir.
Arap Baharı’nda insanların sosyal medya aracılığıyla
örgütlenip sokağa çıkması, aslında yapılan risk hesabının doğru yönlendirilmesiyle
mümkün olmuştu. Kalabalıktılar ve karşılarındaki güç köhnemiş, çağın
gereklerine uygun iktidar aygıtları ve anlayışıyla örgütlenememiş bir güçtü.
Arap Baharı’nın zincirleme bir biçimde gerçekleşmesi de, önceki modellerin başarısıyla
ilişkiliydi. Çok kısa bir sürede, fazla zayiat vermeden olup bitmişti her şey.
Risk alınabilecek bir süreçti. Ama Suriye’de durum öyle olmadı, çünkü İsrail
tehdidi altında kendisini geliştirmek zorunda kalmış ve sıkı sıkıya örgütlenmiş
bir devlet yapısı vardı. Türkiye için de benzer bir tespit yapılabilir. Onlarca
yıldır Kürt sorunu ve öncesinde Soğuk Savaş döneminin getirdiği deneyim ve askeri
darbelerle terbiye edilmiş, sürekli olarak iç savaş tehdidine maruz bırakılmış,
yüksek kaygıları olan bir toplumda, güçlü muhalif hareketlerin kolayca oluşmasını
beklemek zor. Özellikle geçmiş çağların eylemlilik modellerine ve siyasi
anlayışlarına uygun bir muhalif hareket hayal etmek, neredeyse imkânsız. Todd
May, yazdığı makalede “risk problemlerini idare eden bireysel girişimciler”
yerine, “birbirine umutla bağlı dayanışmacı varlıklara” dönüşemediğimiz sürece,
bizi kuşatan ve bölen baskılara karşı koyamayacağımızı söylüyor. O varlıklara
nasıl dönüşeceğimiz ise, şimdilik bir muamma… Ama mümkün olacağına dair pek çok
işaret de var. Asıl ve en büyük mesele, tüm güçlükleri derinliğinde
kavrayabilmekte gizli.
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 5 Aralık 2012)