Gittiği Yere Kadar...
Posted: 12 Nisan 2014 Cumartesi by bülent usta in
0
İş çıkışı Taksim’de metronun merdivenlerini inerken ileride
bugünleri nasıl hatırlayacağımızı düşünüyordum ki, iki kişinin ellerindeki
bildirileri dağıtarak “Terörizmle müzakere olmaz!” diye bağırdıklarını duydum.
Düzenledikleri barış karşıtı bir yürüyüşe çağırıyorlardı insanları. Sinop’ta
HDK temsilcileri ve milletvekilleri polis gözetiminde öğretmenevinde rehin
alınmış, taş yağmuruna tutulmuştu daha yeni. Barış süreciyle ilgili gazete yazıları,
konuşmalar, yürüyüşler geçiyordu gözümün önünden. Sonra aklıma takıldı, Kürt
sorunuyla ilk ne zaman ve nasıl karşılaştığım.
Çocukluğumun ilk yılları bir Trakya köyünde geçmişti. Babam
köy öğretmeni, annem de köyün ebesiydi o zamanlar. Kara bir çocuktum, köyün
kadınları beni “Karaoğlan, Karaböcük” diye severlerdi. Daha çok küçüğüm, yeni
yeni yürüdüğüm, tek başıma diğer çocuklarla yeni yeni oyun oynadığım zamanlar…
Babam da uzaktan beni izlermiş. Bir gün, köyün çocukları beni ortalarına alıp
“Kürt! Kürt!” diye bağırıp el çırpmaya başlamışlar. Ben o zaman Kürt nedir,
Türk nedir bilmiyorum. Köylülerin gözünde Anadolu’dan gelen her esmer insan
Kürt. Ben tabii benimle dalga geçildiğini de anlamıyorum. El çırpıp
güldüklerine göre eğlenceli bir şey yaptıklarını düşünüp ben de onlarla
birlikte el çırpıp “Kürt! Kürt!” diye bağırmaya başlamışım. Babam, gülerek
anlatır hep bu hikâyeyi. Benim Kürt sorunuyla ilk olarak karşılaşmam böyle oldu
işte, daha küçücük bir çocukken… O bildiri dağıtan faşistlerin karşısına geçip
“Kürt! Kürt!” diye bağıra bağıra el çırpsam nasıl olurdu acaba diye düşündüm. Çocuk
değildik artık…
Şimdiki aklımla, Adorno’nun “yetkeci kişilik” analiziyle ya
da Arno Gruen’in “kendilik nefreti”yle, Lacan’dan Castoriadis’e kadar bir dizi
düşünürün toplumsal alanın bilinçdışıyla ilgili çalışmalarından da faydalanarak
faşistlerin neden faşist olduğunu elbette kendime izah edebiliyorum. Ama bir
işe yaramıyor. Hastanelerde faşistleri tedavi edecek klinikler olmadığına göre,
hastalığı üreten söylemlerle mücadele etmekten başka bir şansı da yok barış
taraftarlarının. Aslında HDK heyetinin Karadeniz gezisini, bu anlamda geç
kalınmış bir tedavi gezisi olarak da görebiliriz. Gittikleri her yerde Kürt
sorununu ve barış sürecini bir biçimde tartıştırmış, gündemde tutmuş oluyorlar.
Faşistlerin telaşa kapılıp her yeri bayraklarla donatarak saldırı konumu alması
da, bu yüzden anlaşılır bir şey. Barış söylemi karşısında akıl dışı
argümanlarının çökeceğinin gayet farkında oldukları için telaş içindeler.
Yaptıkları tek şey, toplumsal bilinçdışındaki korkuları harekete geçirerek
saldırganlık üretmek. Kürtlerin, provokasyona açık bir biçimde gergin bir
bekleyiş içinde olmaları anlaşılır olsa da, endişe verici. En ufak olumsuz
haberi büyüterek yayan, öfkesini kontrol etmekte güçlük çeken bir kesim de var
aralarında çünkü. Bu gerginliği azaltacak olan hükümetin, mülki idareleri önlem
almaları için harekete geçirmediğine ya da geçiremediğine Sinop’ta tanık olduk.
Umarım, benzer olaylarla karşılaşmayız heyetin uğrayacağı diğer şehirlerde de. Yazılı
ve görsel basının da barış sürecine hükümet korkusuyla olsa gerek, temkinli
yaklaşmaları, Sinop’taki olayları ya provoke edecek şekilde vermeleri ya da
neredeyse görmezden gelmeye yeltenmeleri, şaşırtıcı olmasa da üzüntü verici. CHP’nin
kendi içinde barıştan yana tutarlı bir tavır takınamaması ya da kuşatılmış ve
zayıflatılmış sivil toplum örgütlerinin hâli de içler acısı. Ama çıkılan bu
barış yolunun da artık geri dönüşü yok. Gittiği yere kadar…
Ben bunları düşüne düşüne vapura varmış ve güvertede
dertleşmek için Vapur Perisi’ni ararken bir yazar dostumla karşılaştım. Uzun
zamandır görüşemiyorduk. Kendisi toplumsal meselelerle ve gündelik olanla pek
ilgilenmez, hem kariyerini riske atmamak, hem de gerçekten gereksiz olduğuna inandığı
için. Bana dedi ki, “Gazete yazarlığı yazınsal çalışmalarını aksatmıyor mu? Gündemi
takip edip düşünmek zorundasın hep. Romanın üzerine düşünecekken barış sürecine
kafa yoruyorsun mesela. Tamam, bu bir insanlık ve yurttaşlık görevi ama eskiden
ne güzel edebiyat yazıları okurduk senden.” Aklıma o an, Max Frisch’in
günlüğüne yazdığı sözler geldi: “Bizim ihtiyacımız olan bir tinin göstergesi,
eşantiyon niteliğinde bir yetenek değil sorumluluktur. Kendilerini gündelik
yaşamın beklentilerinin üstünde gören yetenek ve düşün adamlarının eksikliğini
çekmeyen Alman halkı, yüzyılımızın en fazla sayıda ya da en azından ilk
barbarlarını çıkarmıştır.”
Vapurdan inecekken son bir defa Vapur Perisi’ni görme
umuduyla güverteye çıktım, arkadaşımı yalnız bırakarak. Bir de ne göreyim, hava
soğuk olduğu için kimsenin olmadığı güvertede “Kürt! Kürt!” diye el çırpıyordu Vapur
Perisi. Neşeli bir el çırpıştı bu, sanki barışı çağırır gibi… Ben de ona “Türk!
Türk!” diye eşlik etmek isterdim, ama bir görevli gelip vapurdan inmem için
uyardı. Kimse kalmamıştı vapurda…