Uzlaşmadan Barış

Posted: 12 Nisan 2014 Cumartesi by bülent usta in
0

Newroz günü büyük bir gövde gösterisiyle, aynı zamanda şenlikle başlayan süreçten sonra ortalığın toz duman olması beklenirdi. Olmadı… Çünkü kimse yeterince anlayamadı ne olup bittiğini. Herkes yaşanan sürece bir yorum getiriyor elbette. Öcalan’ın İslam’a vurgusundan Başbakan’ın kurnazlık peşinden oluşuna kadar bir dizi eleştiri, temkinlilik çağrıları, akil insan tartışmaları, yasal prosedürler gazete sayfalarını dolduruyor doldurmasına ama, gerçekte ne olup bittiğini ya da ne olacağını kimse anlamış değil…

Öcalan’ın mektubunu düz bir mantıkla yorumlamak da, Başbakan’ın açıklamalarını ciddiye alıp tartışmak da faydasız. Benim öncelikle bir edebiyatçı olarak gördüğüm şey, aslında bu toprakların “barış” denilen şeye uzak olduğu gerçeği. İşte bu uzaklığı mesele etmemiz gerekiyor, iktidarların ne dediğinden çok. Yıllar evvel “Eşik Cini” adlı öykü dergisini çıkartırken barış dosyası yapmayı düşünmüştük. Sonra edebiyatımıza yakından bakınca, aslında barışla ilgili öykü yazılmadığını fark edip hayal kırıklığı yaşadığımızı hatırlıyorum. Son yıllarda başladı barışla ilgili öyküler yazılmaya. Ama o kadar yeni ve eksik ki… Savaşla kurulmuş bir devlette sadece kahramanlık öykülerine ve şiirlerine yer verilmesi doğaldı, tarihin derinliklerine uzanan militarist söylemin kökleri, kanla sulanıp cesetlerle gübrelenmişken…

Bizim için barış, galip ile mağlup arasında yapılan bir anlaşma ya da iki güç arasında gerçekleşen bir uzlaşma anlamına geliyor daha çok. Belki bu barış, iki devlet ya da ordu arasında yapılıyorsa, anlaşmak ya da uzlaşmak yeterli olabilir. Ama iki halk, üstelik yan yana, iç içe geçmiş iki halk arasındaki bir barıştan söz ediliyorsa, anlaşma ya da uzlaşmadan daha fazlası lazım. Öncelikle iki tarafın da kendisine dönüp bakabileceği eleştirel bir ortamın oluşması gerekiyor. Bugüne kadar halklar neden barışmayı tercih etmedi sorusuyla başlanabilir düşünmeye. Hâlâ iki tarafın da derin kuşkular içinde olduğu ortada çünkü. HDK Heyeti’nin Karadeniz turunda yaşadıklarını, örgütlü bir provokasyonla karşılaşmalarıyla açıklamak yetersiz.

Sosyal demokrat olduğunu söyleyen bir emekli öğretmenin, övünerek Maraş katliamına katıldığını ve yeniden o olaylar yaşansa, aynı şeyleri yapacağı itirafını duymuştum bir defasında. 12 Eylül’den sonra sistemli bir şekilde örgütsüz bir toplum yaratıldığı, sonrasında da her tür radikalliğin yerini fanatikliğe bıraktığı bir gerçek. İnsanlardan radikalleşmeleri değil de fanatikleşmeleri istendi hep, siyasetsiz bir siyaset ortamı yaratılarak. Bu ortamdan en iyi faydalanan da Başbakan ve onun siyasi partisi oldu. Benzer bir fanatiklik Öcalan’a duyulan sevgide de görülebilir, her ne kadar Kürt hareketi geçen yıllar içinde, teorik ve örgütsel birikimini ciddi bir biçimde artırmış olsa da... İşin ilginci, Türk solunun Kürt hareketine yaklaşımındaki tepeden bakışı ve nasihat verme yarışı… Eğer illa biri nasihat verecekse, o nasihati Kürt hareketi verebilir ki, onların da bunu yapmaya pek niyeti yok. Boynuzun kulağı geçtiği ortada. Hatta bu boynuz kulak benzetmesi, Öcalan ve Kürt hareketi için de geçerli. Ama bu durum, Öcalan’ın Kürt hareketi içindeki önemini azaltmıyor elbette. Simgeleşmek böyle bir şey…

Paul Ricoeur, “uzlaşım” yerine iyi düşünülmüş ve tartışılmış “kanı”lar ve düşünceleri öneriyor Metis Yayınları’ndan çıkan “Neden Nasıl Düşünürüz?” adlı kitabın bir yerinde. Çünkü hakkaniyet, kalıcı bir barış için olmazsa olmaz tek koşul. Ve bu hakkaniyet çabası, öncelikle egemen olanın, yani devletin görevi. Gerillaların yasal güvence olmadan hem silahlarını, hem de cezaevlerindeki önderlerini ve arkadaşlarını bırakıp gideceklerini sanmak akıl kârı değil. Eğer bunu yapacaklarsa da bir karşılık beklemeleri çok doğal. Ama mesele de bu değil zaten. Mesele, bizim barıştan ne anladığımız ve barışı ne kadar arzuladığımız. Ricoeur’ün bahsettiği gibi iyi düşünülmüş ve etraflıca tartışılmış birtakım kanılara sahip olabilirsek ve bu kanıları demogojilerden arındırarak etik bir projeye dönüştürebilirsek, insanların ellerindeki silahlar kendiliğinden çalışamaz hâle gelir. Barışı kapsamlı bir proje olarak düşünmeden ve militarizmi toplumun kanından temizlemeden bu topraklarda rahat bir uyku uyumamız mümkün değil.


Bu aralar aslında canım biraz sıkkın. Paul Celan, Ingeborg Bachmann’a mektubunda şöyle yazar ya: “Hayat bize kolaylık göstermiyor.” Göstermeyince göstermiyor. Bir süredir Balıkçılar Kahvesi’ne uğramayan Macit Amca’yla Kadıköy İskelesi’nde karşılaştım geçenlerde. Önce sevinsem de, “Ne işin var burada” diye soramadan kolumdan tuttu ve beni İskele’nin yanındaki çay ocağına sürükledi. “Aramızda kalsın biraz ciddi bir hastalığım var. Çocuklar duysa şimdi endişelenirler” dedi, sanki ben az endişelenecekmişim gibi. Yanındaki poşetten o meşhur kara kaplı defterini çıkardı. Bütün hayatının, hatta daha fazlasının bulunduğu o gizemli defteri… Bana verdiği emanetin ağırlığıyla yaşıyorum o günden beri… Haftaya o kara kaplı defter…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 3 Nisan 2013) 

0 yorum: