Ağlayan Kola Makinesi
Posted: 12 Nisan 2014 Cumartesi by bülent usta in
0
90’lar...
Edebiyat
Fakültesi’nin o uzun, loş koridorlarında dolaşırken, “devrimbilim” diye bir
şeyden konuşuyoruz.
Muhtemelen,
faşistler satırlarla kantine saldıracak diye, elimizde su bardağı nöbet
tutmadığımız bir gün. O günlere dair, bir savunma aracı olarak “su bardağı”,
bana hâlâ ilginç gelen bir detay gibi gelir. Sandalyeler ve yemekhaneden
aldığımız su bardakları dışında kendimizi koruyacak hiçbir şeyimiz yoktu.
Ayaklanmaların ön
koşulları, nasıl gerçekleşeceği, hangi durumda ne yapılacağı; şehirde, kırda,
sınıflara, kültürlere özgü devrimler ve yöntemleri üzerine inanılmaz bir bilgi
birikimi ve deneyim sahibi olunmuştu ya, her yenilgi ve zaferden sonra. Tüm bu
bilgi birikimini ve deneyimi yöntemli bir biçimde ele alırsak, “devrimbilim”i
kurabiliriz diye düşünüyoruz.
Biz bunları
konuşurken, yanımıza bir arkadaş geliyor, Felsefe Bölümü’nün koridoruna kola
makinesi konulduğundan ve yapılan tüm girişimlere rağmen kola makinesinin
kaldırılmadığından bahsediyor. Herkese o katta toplanılması için haber salınıyor
hemen. Amaç, kola makinesini yerinden kaldırıp, her tür önlemi aldıktan sonra
merdivenlerden atıp kırmak.
Ama ne kadar
uğraşılırsa uğraşılsın, bırak makineyi söküp atmayı, yerinden kıpırdatılamıyor
bile. Makineyi getirenler, bu olasılığı düşünüp yere iyice montelemiş olmalılar.
Hah işte diyoruz,
bize kesin bir “devrimbilim” lazım. Daha kola makinesini sökemedikten sonra,
kapitalizmi nasıl söküp atacağız bu topraklardan. “Devrimbilim” olmadığı için o
kola makinesi yerinden kaldırılamadı, tıpkı kapitalizm gibi diyoruz. Getirip
koydular ülkemize, bağrımıza, o kola makinesi gibi çivilerle monteleyip. Şimdi
sökmeye çalıştıkça, delik deşik oluyor bağrımız, kan kusuyoruz. Oysa “devrimbilim”
olursa, bir cerrah titizliğinde kapitalizmin çivilerini teker teker söküp
çıkarabiliriz.
Oturup ciddi
ciddi çalışmıştık o zamanlar “devrimbilim”e, adını öyle koymasak da, okumalar
yapmış, yazılar yazmıştık; kola makinesi aklımıza geldikçe zaman zaman
kahırlanıp, zaman zaman gülerek... 68 Mayısı’nda Paris’teki duvarlarda “Tarih
öncesi bir solumuz var!” diye yazdığı gibi, biz de “tarih öncesi”ne sıkışıp
kalmış gibi hissediyor, çıkış yolları arıyorduk dev bir kola makinesine dönüşen
gündelik hayatın içinden.
O kola makinesi
orada duruyor mu hâlâ bilmiyorum. Peki daha sonra neden o makineyi söküp atmak
için plan yapmamış, gerekli alet edevatı temin etmemiştik? Süreç o kadar hızlı
ilerliyordu ki, kimsenin vakti yoktu durup o makineyi bir daha düşünmeye. Her
gün bir anma, bir eylem, bir olay vardı. Bugün bakıyorum da, aslında süreç o
kadar da hızlı ilerlemiyordu, gerçekte kimse yeterince umursamamıştı o makineyi
söküp atmayı, pek çok şeyde olduğu gibi.
Yıllar sonra,
birlikte o kola makinesini sökmeye çalıştığım arkadaşların çoğunu Gezi
Parkı’nda gördüm, hatta daha ilk günden oradaydılar. Yine o zamanki gibi
çocuksu ve şendiler, en önemlisi, bu defa, fena halde umursuyorlardı hayatı. Kola
makinesini sökemeseler de, ağaçları da söktürmemişlerdi.
Bugün “devrimbilim”e
kardeş bir bilim olarak “isyanbilim”i düşünüyorum. Devrim olacaksa bile, bu
devrim, isyanı kalıcılaştıracak bir devrim olmalı, sitüasyonistlerin “devrimin
hizmetinde bir şiir değil, şiire hizmet eden bir devrim lazım bize” dediği gibi...
Çünkü devrimin de, isyanın da teknik ve ideolojik reçetelerden çok, bir ruha
ihtiyacı olduğunu gösterdi bize Gezi.
Julio Cortázar, 68 Mayısı’yla ilgili bir şiirinde “Bıçak
düşünceler çekildi, taştan savlar fırlatıldı. / Paris'te çıplak ellerle imkânsız
istendi” diye yazmıştı. Hayatı savunmak için, “bıçak düşünceler”, “taştan
savlar” hazırlama vakti şimdi. Kola makineleri bile ağlıyor artık sökülmek
için, çivileri paslanmış, kan sızdırıyor…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 28 Ağustos 2013)