Yitik Kitle Canavarı
Posted: 12 Nisan 2014 Cumartesi by bülent usta in
0
Çok karışık rüyalar görüyorum bu aralar. Mesela, 2010
yılında aramızdan ayrılıp barış meleğine dönüşen Evrim Alataş rüyama girdi
geçen gece. Üzerinde rüzgârda dalgalanan beyaz bir elbiseyle, Diyarbakır
Surları’nda geziniyordu. “Bahar gelse de, Dicle’nin kenarına gitsek. Var mıdır
başka bir şehirde, eline davul zurna alıp da piknikçileri gezerek
eğlendirenler?” diye sordu bana. Ona Silivri’de büyüdüğümü, bahar geldi mi,
denize uçurumun üzerinden bakan kale civarında, Romanların çaldığı klarnet ve
darbuka seslerinin çiçeklerle birlikte boyverdiğinden bahsettim. Gülümseyerek “Baharı karşılar gibi karşılasak
barışı keşke” dedi, “Silivri’den Diyarbakır’a çalıp dursa klarnetle davul,
şöyle bir delilo oynasak...”
Önce neşeli neşeli konuşurken, birden yüzü melanlolik bir
hâl aldı ve şöyle dedi yüzünü karartarak: “Hava şimdi soğuk, buz gibi.
Ellerimiz, ayaklarımız donmuş, kapı önünde bekliyoruz yıllardır. Sımsıcak sobanın
ısıttığı bir odaya benziyor barış. Ama o sobanın kömürle ısındığına inanmıyor
artık insanlar, yaşadıkları onca acıdan sonra… Eğer o soba, odunla, kömürle
yanmayacaksa, donma pahasına kapıda beklemeye razılar...”
Sanki o sobanın başındaymış gibi kan ter içinde uyandım, kulağımda
Evrim Alataş’ın sözleri... Barışı, soğukta sığınılacak sıcak bir odaya benzetiyordu.
Ama önemli olan, o sıcak odanın neyle ısındığı, nasıl ısıtıldığı. Düşünün ki,
karın, fırtınanın ortasında sımsıcak kulübeler var ve hepsi boş. Milyonlarca
insan da o kulübelerin etrafında soğuktan tir tir titreyerek bekleşiyor. Artık
herkes biliyor silahla, ölerek ve öldürerek bir yere varılamayacağını. Varılsa
bile, varılan o yerin öyle hayal edildiği gibi sıcak bir yer olmayacağını. Fark
etmediniz mi, Hrant Dink’in öldürülmesinden beri zaten soğukken daha bir soğudu
havalar, Uludere Katliamı’yla da buz kesti iyice… Hadi elinizi, ayağınızı
ısıttınız diyelim, yüreğinizi neyle ısıtacaksınız? Newroz ateşini dahi
söndürmeye çalışmadılar mı yıllarca?
Evrim Alataş, bir yazısında “Barış süreçleri efendilik
ister” diye yazmıştı. Efendilik derken, empati kurmayı, karşındakini dinlemeyi,
anlamak için çabalamayı kast ediyordu. Efendilik için önce insanlar arasında
bir bağın olması gerekir. 12 Eylül kurumları ve ruhu, insanlar arasındaki o bağı
yok edererek Paul Ricoeur’ün Nazi toplumu için söylediği “yitik kitle”yi yaratmayı
amaçlamıştı. Bir tür zombilerden oluşuyordu bu kitle, amaçsızca yaşayıp birbirlerini
yiyerek beslenen. Şimdi hassasiyet ya da haysiyet derken, korkulan şey, barışla
birlikte zombileşmenin de duracağı. Şişecam işçilerinin, kararlılık ve
özveriyle gerçekleştirdikleri şey, aralarındaki bağa özen göstermeleriyle
alakalıydı.
Deleuze’ün önerdiği gibi dikkatin odağını değiştirecek
politikalar üretmeden, insanlar arasındaki bağı güçlendirmek zor. Çünkü 12
Eylül ruhu, sadece siyaseti değil, yazılı ve görsel basının önemli bir kısmını
da içine hapsetmiş durumda. 12 Eylül’le hesaplaşmadan Kürt sorunu çözülemez,
Kürt sorunu çözülmeden de 12 Eylül’le hesaplaşılamaz ve “yitik kitle” canavarı,
bebeklerden katiller yaratmaya devam eder.
Ama sadece 12 Eylül ruhu da değil, insanlar arasındaki bağı
yok eden. 12 Eylül ruhu, neoliberalizmi çok sevdi, bir virüs gibi toplumların
kolektif zihin ve bedenlerine girerek, “yitik kitle” canavarlarına dönüştürdüğü
için. Hem de bunu açık müdahaleler yapmaksızın, herkesi küçük dünyasına
hapsedip, kendi varlığını ekonomik çıkarlarını koruduğu sürece
sürdürebileceğine dair bir inancı yerleştirerek yaptı. Eğitimden sağlığa,
sanattan kültüre her şey, öncelikle rekabet ve kârlılık üzerinden
değerlendiriliyor bugün. Savaş ve barış da…
Tekrar gözlerimi kapatıp uykuya dalmak istiyorum, Evrim
Alataş’ı rüyamda gördüğüm gibi belki Hrant Dink’le de karşılaşırım umuduyla… Altı
yıldır gözleri açık davayı ve hâlimizi izlediği için, gözlerim kapanmıyor… 19
Ocak…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 16 Ocak 2013)