Edebiyat Gizli Örgütü
Posted: 12 Nisan 2014 Cumartesi by bülent usta in
0
Geçen hafta, Gümüşlük Akademisi’ndeki Edebiyat Evi’nin
konuğuydum, başka yazarlarla birlikte. Tıpkı Eski Yunan’daki akademilere
benziyordu Gümüşlük Akademisi. Sadece edebiyatın değil, bilim ve sanatın
günümüzde öne çıkan pek çok meselesinin tartışıldığı, çeşitli üretimlerle bu
tartışmalara farklı boyutlar kazandırıldığı, doğanın içinde mütevazı ve sade
bir yer… Akademi’nin içindeki Büyülü Bahçe’de sabahtan gece uyuyana kadar
aralıksız edebiyat konuştuğum dopdolu beş gün geçirdim. Akademi’nin kurucuları
arasında da yer alan ve hâlen Akademi’nin başında olan usta romancılarımızdan
Latife Tekin’le uzun sohbetler ve yürüyüşler yapma fırsatı da buldum. Geceleri
de, odamdaki önceden Latife Tekin’e ait olan çalışma masasına oturup notlar
aldım yazacaklarımla ilgili. “Gümüşlük Akademisi Notları” diye uzun soluklu bir
yazıya başlamaya niyetim var.
Akademi’ye giderken, yorgunluk
vardı üzerimde. Her şeyin yazarak ve konuşarak canına okunmuş olsa da, hiçbir
şeyin değişmiyor olduğuna, hatta değişmeyeceğine dair kötü bir his vardı
içimde. Neredeyse öpüşme yasağına kadar varacak derin ve koyu bir
muhafazakârlaşma sürecinin kendisini iyice dayattığı, şehirlerin AVM’lere
dönüştürüldüğü, totaliter bir anlayışa sahip iktidarın siyaseti tasfiye etme
gayreti içinde olduğu bir zamanda, biber gazı solumak, yazmak ve konuşmak
dışında elimizden bir şey gelmiyor oluşunun derin bir çaresizliğini yaşıyordum.
Ama yaşadığım bu yorgunluk, orada geçirdiğim beş gün içerisinde üzerimden akıp
gitti… Çünkü, lise yıllarımdayken düşündüğüm bir gizli örgütü anımsadım orada.
Latife Tekin’le, kumsalda uzun bir yürüyüş yapmıştık. Bana
dedi ki, “Sizin kuşağın en önemli eksikliği özgüvenden yoksun oluşu. Kendinize
ve yaptığınız edebiyata yeterince güvenmiyorsunuz. Edebiyatçıların öncü vasfını
yeniden kazanması gerek.” Çok başka şeyler de konuştuk, hayata ve insana dair.
Ama onun bu uyarısı, ayrıca önemliydi benim için. Şimdiki edebiyatçıların
kendilerine ve yaptıkları edebiyata güvenememesinin en önemli nedeni, Edebiyat
Gizli Örgütü’nden yeterince haberdar olmamalarıdır diye düşündüm… Edebiyat
Gizli Örgütü’ne üye olmak yerine Edebiyat Şirketi’nin hissedarı olmayı tercih
edenleri, hiç saymıyorum bile…
Edebiyatın aslında gizli bir örgüt, edebiyatçıların da o
örgütün doğal üyeleri olduğuna inanırdım eskiden. TYS, PEN gibi yazar örgütlerine
benzemez bu gizli örgüt. Gizli örgütün üyeleri, birbirleriyle yazdıkları
şiirlerle, öykülerle, romanlarla haberleşir, gizliden gizliye dünyayı ve insanı
değiştirmeyi amaçlarlar. Üstelik, bu örgütten ölerek dahi çıkılamaz, yazılan
şeyler her okunuşta yeni mesajlar taşır çünkü. Öyle düşünürdüm lise yıllarında.
Bir şiir dergisini ya da bir romanı, o gözle okur, ele geçirdiğim gizli
bilgileri kendi yazdığım şeylerde tartışır, gizlice yaymaya çalışırdım.
Sonraları bu düşüncem değişmeye başladı. Her yazar, bu gizli örgütün üyesi değilmiş
meğerse. Hatta aralarında işbirlikçiler, ajanlar da varmış, edebiyatın insana
ve hayata dair yürüttüğü gizli operasyonları deşifre edip etkisizleştiren,
piyasayla iyi ilişkiler kurup örgütü şirketleştiren...
Edebiyat gizli örgütüne mensup bir yazar, ün, para, güç gibi
şeylerden mahrum kalır genellikle. Çoğu öldükten sonra deşifre edilip üne
kavuşur, varisleri de paraya, o da belki… Ama şirketleşen edebiyat, piyasa
kurallarına riayet eden, kariyer danışmalarının önerilerine uyan, medya ile
ilişkilerini iyi tutan bazı yazarlara, ölmeden arzu ettikleri parayı ve gücü
sunduğu içindir ki, gizli örgüt küçüldükçe küçüldü, ama dağılmadı henüz.
Dağılmaz da öyle kolay kolay. Birileri bir yerlerde harıl harıl çalışıyordur,
insana ve hayata gizlice etkide bulunacak yeni romanlar, öyküler, şiirler
yazıyordur. En azından ben böyle çabalara tanık oluyorum, çıkan bazı dergilerde,
ortamlarda. Edebiyat gizli örgütünün zayıflamasını, siyasi atmosferle ve
yaratılan kitle kültürüyle açıklamak mümkün… “Natama” dergisine yazdığım bir
yazıda şöyle yazmış, uyarmıştım gizli örgütü: “Yaklaşan değil, ele geçiren bir
tehlike karşısında bugün edebiyat. Vasatlık ve tekdüzelik tüm iktidarları ele
geçirmiş, medyanın estetik egemenliği tek egemenlik biçimi olarak toplum
hayatına nüfuz etmiş ve Barthes’ın tabiriyle ‘anti-entelektüalizm (her zaman
ırkçılıkla, faşizmle birliktedir)’ yükselişi karşısında edebiyatçıların, yani
yazarların kendilerini savunmasından başka bir fırsat kalmamış gibi gözüküyor.”
Peki, edebiyatçılar, yazarlar kendilerini savunabilecekler
mi? Kendini savunan da olacak, teslim olan da… Blanchot’nun dediği gibi, “Ya
sessiz kalınacak, dinlenilecek ya da bir başka doğrultuda ilerlenilecek, yani
savaşılacak, girişimde bulunulacak…” Ama bu savaşı, önce kendi içlerinde yapmaları
gerekecek galiba… Kendi kuşağının yazarlarını okumayan, siyasi ve sosyal
meselelere ilgi göstermeyen, söyleyeceği sözün ve yazacağı eserin bir şeyleri
gizlice de olsa değiştireceğine inanmayan, özgüvenden yoksun edebiyatçıların ve
yazarların, Edebiyat Şirketi’nin hissedarı olmaları bile zor, bırakın gizli
örgüt üyeliğini…
Gümüşlük Akademisi’nin Büyülü Bahçesi’nde bir gece bir kirpi
gördüm. Konuştuğunu duydum ama duyduklarımı kimseye söylemedim. Belki
duyduklarımı yazarım sonra. Gitmeme bir gece kala da, bir sokak köpeği yavrusu
dadandı Büyülü Bahçe’ye. Gece geç bir saatte odama geçip yattığım zaman, kapıyı
kilitlemeyi unutmuşum, aralık kalmış. O sokak köpeği de beni takip edip içeri
girmiş. Onun yüzümü yalamasıyla uyanınca, aklıma nedense Cemal Süreya’nın
dizesindeki “tarih öncesi köpekler” geldi. Havlamıyordu “tarih öncesi
köpekler”…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 29 Mayıs 2013)