Kanatları Sığmaz Umut
Posted: 12 Nisan 2014 Cumartesi by bülent usta in
0
Gazete haberlerini okurken, Edip
Cansever’in “Ben Ruhi Bey Nasılım”daki ağaç geldi aklıma. Gözleri avına
benzeyen avcılar olarak “yıkılmış bir ağacın üstünde” oturuyoruz diyor ve
ekliyordu ya: “Ağaç da çürümüş zaten”… Ağacın içini oyarlarken, içimizi de
oymuşlar, oyuyorlar sürekli. Borç ve güvencesizlikle bağlamışlar bizi o çürüyen
ağaca, üzerinde yetişen zehirli mantarları yedirerek yalanlardan hayaller
gördürmüşler, ağaçla birlikte azar azar çürümeye devam edelim diye.
Roboski’yi görmedik diyenlerin sesleri
geliyor çürüyen ağacın içinden. Ayakkabı kutularından üç yaşındaki hasta bir
çocuğun çığlıklarını duyuyorlarmış. O hasta çocuğun ana babasının çilesini
haber yapan gazetecileri işten attırmışlar, kutulardan gelen sesler kesilsin
diye. Ama ayakkabı kutularının içinden gelen sesler kesilmiyormuş bir türlü. O
kutulara ne kadar çok para doldurulursa, o kadar artıyormuş sesler.
Yıllar evvel bir toplantıda Yaşar
Kemal demişti: “Bugün yaşadığımız şeyin adını doğru koyalım: Çürüme…” Üzerinde
oturduğumuz ağaç çürüdükçe, gencecik insanlar ölüyor, yasaklarla birlikte çoğalıyor
açlık ve acı… Nereye konacağını bilemeyen martılar gibi hissediyor insanlar, rüyalarımıza
kadar her yer dikenli tellerle kaplı… Hasan Hüseyin’in bir şiirinde “suyumu
aranıyorum mayın tarlalarında” dediği gibi…
Bazen penceremde bir ışık
belirdiği olur, güneşten ya da sokak lambasından gelmez o ışık. Anlam
veremezdim önceleri o ışığa, Roberto Bolano’nun romanından “Il Futuro” adıyla
uyarlanan filmdeki sahneyi görene kadar. Anne babasını trafik kazasında
kaybeden iki kardeş, çaresizce bir masada otururken yüzlerine o ışıktan
vuruyordu. Erkek olan küçük kardeş “kazalar o kadar çok enerji salıyor ki,
evreni değiştiriyorlar” diyerek açıklamıştı o ışığı. Yüzüme vuran o ışık, Ece
Ayhan’ın “Bakışsız Bir Kedi Kara” şiirini, Van’da kanatları çuvala sığmamış üç
yaşındaki Muharrem’i getirdi aklıma, ağaç çürüdükçe düşüyordu çocuklar toprağa
yaprak yaprak…
Belki çocuklar ölünce de, evreni
değiştirecek büyük bir enerji ortaya çıkıyordur. Her şeyi, sabahlardan gecelere
değiştiriyordur belki de devlet dersinde ölen, öldürülen her çocuk… Belki de
Gezi’de yaşanan şey, birikmiş o enerjinin bir patlamasıydı. O günlerde çekilen
fotoğraflara dikkatlice bakmalı, o ışığın izlerini görebilmek için insanların
gözbebeklerinde…
Godard, çocukları siyasi mahkûmlar
olarak tanımlar ya, ölen her çocuk da siyasi bir cinayettir. Ölmemiş çocukların
da çocukluklarını öldürüp onları çabucak büyüten bu çürüyen ağaç, bütün
cinayetlerin failidir… Kapitalizm savaşta da, barışta da öldürür dememişler
boşuna…
Sokağa çıkıp bir yere varmayı
düşünmeksizin yürüdüğüm olur. Ne kadar gürültü de olsa, renkleri, yüzleri, kahkahaları azar azar
solduran koyu bir sessizliğin içinde yürüdüğümü hissederim bazen. Panik halinde
hızla yaşanan gündelik hayatta arzunun canlılığını nasıl yitirdiğine tanık
olurum. Saflığımızı, masumiyetimizi geri kazanmadan, ne yapsak boşmuş gibi
gelir o an. Yapmamız gereken, her şeyi sıfırlayıp evrenle yeni baştan bir
diyaloğu başlatmak olmalı belki de… Kozmolojik gizemden ürkerek tanrısal bir
diyalog yerine, doğanın bir parçası olduğunun bilincinde olan insanın evrenle
şiirsel diyaloğuna, şiirsel adalete ihtiyacımız artıyor her geçen gün… Kapitalizmin
çürümesiyle oluşan muhafazakârlıktan da, evrenle yeni bir diyaloğa girmiş bu
radikal öznellik sayesinde kurtulabilirmişiz gibi geliyor bana, çürüyen ağacı
terkedip, kendimiz birer ağaca dönüşerek… Kanatları çuvala sığmayan çocuklardan
yayılan ışık, yüzümüze yüzümüze vuruyor… Turgut Uyar’ın dediği gibi, “kimse
yoktur umut etmemeyi önleyecek / çünkü umut kaçınılmaz gelecektir”… Yeter ki o
ışığı görebilelim…