Daimi Âşıklar Pusulası
Posted: 12 Nisan 2014 Cumartesi by bülent usta in
0
Bugün 24 Nisan! Ağır mı ağır bir gün… Hangi güne, bu kadar
ölüm ve acı sığdırılsa, o gün sığamaz kendisine, taşıyamaz ağırlığını, acı bir
çığlık gibi dolanır durur yılların içinde… 24 Nisan 1915’te sabaha karşı,
aydınlar, yazarlar, sanatçılar, mebuslar evlerinden alınıp götürüldüler… Tarih
kitapları, evlerinden alınıp götürülen ve bir daha çok azı geri dönecek bu
insanlar için Ermeniler diye bahseder.
Onlar sadece Ermeni değildiler. Öğretmendiler,
gazeteciydiler, doktordular, din adamıydılar, yazardılar, ressamdılar…
Oğuldular, kardeştiler, babaydılar, komşuydular, âşıktılar… Karınları acıkır,
rüya görür, kederlenir, sevinir, özlerdiler… Kimse sadece Ermeni, Türk, Kürt
değildir ki…
Hrant Dink, kibar insandı. Düşüncelerini söylerken, bunu
öyle kibarca yapardı ki, karşısındaki kişiyi incitmemek için olağanüstü çaba
gösterirdi. Dile getirilen gerçeğin, çıplak ya da güçlü olmasından çok, içine
rahatça girilip faydalanılabilmesi daha önemliydi onun için. Agos gazetesinde
çıkan “23,5 Nisan” adlı yazısında “Gelecek ve çocuk
ne de güzel buluşturulmuştur öyle. Ve de ne ustaca bir değerlendirmedir yıllar
sonra 23 Nisan'ı sadece Türkiye ile sınırlı tutmayıp bütün dünyanın
çocuklarıyla paylaşma düşüncesi. Türk çocuklarına da dünya çocuklarına da kutlu
olsun” diyerek 23 Nisan’ı kutlar ve bir karagün olarak 24 Nisan’dan bahseder
yazısında. Hem Ermeni, hem de bir Türkiyeli olarak 23 Nisan’ın sevincini ve 24
Nisan’ın o ağır hüznünü yaşamak zorunda kalışının ikilemini anlatır bize.
Anlatırdı… 24 Nisan 1915 günü
evlerinden alınıp götürülen ve bir daha geri gelemeyen o insanların arasına
katılana kadar... Ardından Sevag Balıkçı katıldı giden ve geri gelmeyenlerin
arasına… Tam da 24 Nisan günü, Paskalya Yortusu’nda, üstelik üzerinde askeri
üniforma varken… Sevag Balıkçı, yazar da değildi. Hrant Dink gibi insanların
içine kolayca girebileceği gerçeklerden de bahsetmiyordu. Askerliğini yapan,
annesi tarafından yolu gözlenen gencecik bir insandı.
Hrant Dink gibi kibar olmalı… Ama
zor değil mi şimdi, Sevag Balıkçı’yı düşünüp içine böyle ağır bir şey
oturmuşken kibar olmak… Yine de kibarlıktan başka bir yol yok, başka bir
dünyanın mümkün olduğu gerçeğini dile getirmek için. Max Frisch, günlüğüne
şöyle bir not düşmüştü: “Bilge insan, gerçekten kibar olan insan, daimi bir
âşıktır. İnsana dair salt bilgiyi değil, hakkında bilgi sahibi olmak istediği
insanı sever, onu kurtarmak için. Konuşurken yıldızlara değil, insana döner
yüzünü.”
Bu topraklarda insanların çoğu yüzünü
yıldızlara döndüğü için belki de, yıldızlara şiirler, romanlar yazılıyor,
herkes bu kadar yalnız… İçtenliği kaba olmakla karıştıranlar, isyanı aykırı
olmak ve topluma sırtını dönmekte bulanlar, nasıl da büyük bir aldanış içinde. Dünya,
Sevag Balıkçı’nın ölmesine engel olamayan ama kendine yeten gerçekler ve
insanlarla dolu…
Hannah Arendt’in yazdıklarından
biliyoruz ki, Alman halkı, uzun süre Yahudilere yönelik soykırımı ve vahşeti
kabullenmekte zorlandı. Çünkü Naziler onlara işledikleri suçları değil de,
Yahudilerle ilgili korkunç hikâyeler anlatmışlardı sadece. Anlatılmayan bir
suçu bilmeleri ve kendilerini suç ortağı gibi hissetmeleri, inandıkları her
şeyin yıkılması anlamına geliyordu. Aslında durumları oldukça zor ve
karmaşıktı. Suçsuz olanların kendilerini suçluymuş gibi hissetiklerini,
gerçekte suçlu olanların da dünyanın en rahat vicdanlarına sahip olduklarını
gözlemlemişti Arendt. Hrant Dink’i ya da Sevag Balıkçı’yı öldürenlerin ve cinayetlerin
üzerini örtmek için çabalayanların vicdanının sızlamamasına şaşmamalı bu
yüzden. Şaşırılması gereken, bu bilmeme çabasının devletin politikası hâline
gelmiş olması. Devletin içinde öyle bir mekanizma var ki, bir Ermeni
öldürüldüğünde mekanizma tıkır tıkır işleyip her şeyin üstünü kapatmaya çalışıyor.
Bu mekanizma, üniversitedeki dersinde Ermeni sorunundan bahsettiği iddia edilen
bir akademisyeni işinden ediyor. Bu mekanizma, Kürt sorununun çözümü için
yapılan müzakerelerde bile Ermenileri hedef göstermeye çalışıyor... Aradan
neredeyse bir asır geçmiş olmasına rağmen, bu mekanizmaya duyulan ihtiyaç,
ürkütücü değil mi? “İnsan Hakları”ndan bahseden, bu hakların savunulması
gerektiğini düşünen herkes, bu mekanizmanın, “İnsan Hakları”nın önündeki en
büyük engel olduğunu kabul etmeli. O insanın içini acıya ve kedere boğan Hocalı
Katliamı da elbette bir “İnsan Hakları”
sorunu, ama bu sorunun devletin içinde bir mekanizması yok. Katliamları
yarıştırmanın utancından gerçeklerle yüzleşilerek kurtulanabilir ancak… Hrant
Dink’in dediği gibi “Hadi siz beceremiyorsunuz diyelim, var olan kinler engel
buna. Bırakın bari dünyayı çocuklara, onlar bu işi halleder, yeter ki engel
olmayın siz.”
Bugün 24 Nisan… Ağır bir gün…
Havadaki bahar kokusu bile, bu ağır günü hafifletmiyor. Kolumun altında Macit
Amca’nın kara kaplı defteri, Balıkçılar Kahvesi’ne giderken, yine de içimde
tuhaf bir iyimserlik var. İnsana ve hayata duyduğum inancın her şeye rağmen
devam ediyor oluşunu, ölen ve yaşayan tüm o kibar insanlara borçluyum… Macit
Amca’nın kara kaplı defterinin bir yerinde şöyle yazıyor: “Denizdeyken bazen karayı
göremezsin, ama onun orada olduğunu bilmek içini rahatlatır ya, işte öyle bir
şey…”
“Macit Amca, şu an kara
görünmüyor… Onun orada olduğunu bilmek içimi rahatlatsa da, denizin ortasında yönümüzü
kaybetmişiz gibi hissediyorum… Çünkü var olan pusulalar, yanlış tarihyazımları
yüzünden bozulmuş, olmayan karaları gösteriyor…” diye mırıldanıyorum, kahvedeki
boş masasında oturmuş… Onun o gür kahkasıyla sıkı bir küfür savurup “Yıldızlara
bakarsın sen de… Şair diyor ya ‘yelken ol, kürek ol, dümen ol…’ Her insanın
içinde bir pusula gizlidir…” dediğini duyar gibi oluyorum o an…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 24 Nisan 2013)