Az Yağmur
Posted: 12 Nisan 2014 Cumartesi by bülent usta in
0
O sene az yağmur yağmıştı; Berkin
hâlâ uyanmamıştı; evlerinden para dolu ayakkabı kutuları çıkanlar serbest
bırakılmıştı; bir anne daha çocuğunun peşinden bu dünyadan ayrılarak bizi büyük
çaresizliğimizle baş başa bırakmıştı; her gün yolsuzluklarla ilgili yeni bir
ses kaydı internete düşüyor, ama yolsuzlukların değil o yolsuzlukları ortaya
çıkaranların peşine düşülüyordu. Herkes konuşur gibi yapıp hiçbir şey
söylemiyordu. İstiklal Caddesi’nde, Cumartesi Anneleri’nin önünden on binlerce
insan geçiyordu her cumartesi, duymuyorlardı o sessiz çığlıkları, durup
bakmıyorlardı o annelerin ellerine, gözlerine… Çünkü herkes kendi ortak
çaresizliğini, biricikmiş gibi yaşıyor, yan yana ama özelleştirilmiş hayatların
içine hapsolduklarını bilmiyorlardı, bilseler bile bilmiyormuş gibi
yapıyorlardı. Yüz binlerce benzeri gibi sadece kendi işsizliğini düşünenler,
yüz binlerce benzeri gibi sadece kendi hüznüne değer verenlerle büyüyordu
çaresizliğimiz…
Gizli filozoflardan balıkçı dostum
Cavit Abi’ye göre, balıklar azaldıkça yağmur da azalıyordu, her şeyin kaderi
görünmeyen bağlarla birbirine bağlıydı, yani her şey birbiriyle alakalıydı, biz
o alakayı kuramasak da…
Berkin’in uyanamamasının nedenini,
ayakkabı kutularında, ses kayıtlarında, daha da önemlisi, devlet dersinde
tahtaya kaldırılan tüm o güzel çocukların büyük çaresizliğinde aranmalıydı. Annelere
duvar olmuş o adalet kapısı aralanmadıkça, sanki Berkin de gözlerini
aralamayacaktı hayata.
O sene az yağmur yağmıştı. Balıkçılar
kahvesine daha çok gider olmuştum. Önüme kitapları dizip çareler düşünmeye ara
verdiğim bir gündü. Ne yazarsam yazayım, sanki hiçbir işe yaramıyormuş gibi
düşünüyordum. Sanki, Ece Ayhan’ın “Bakışsız Bir Kedi Kara” şiirindeki dalgın
cambaz “geç saatlerin denizinden” gelmiş, lambayı üfleyip ağladığım yanıma
uzanmıştı. Turgut Uyar’ın bir şiirinde “kumun altında mı, denizin üstünde mi,
masallarda mı?” diye sorup aradığı o “eksilen ya da çoğalan” şeyi düşünüyordum.
O şiirde, “dünya bir sancıdır” diyordu ya birisi…
Gizli filozoflardan Cavit Abi,
benim böyle içli içli çay içişime, pencereden denizi izleyip uzaklara dalışıma
kızmış olmalı ki, “Sen de böyle yaparsan olmaz ki” diyerek oturdu masama. Onun
gülmediği bir an gelmiyor hiç aklıma, yine yüzünde o tuhaf ışığı olan
gülümseme. “Bakıyorum, sabahtan beri tek kelime yazmadın, yanında taşıdığın o
koca deftere. Derdin ne evlat, âşık mı oldun yoksa? Umutsuzluk hastalığına mı
yakalandın?”
“John Berger’ın umudumuz var
diyemeyiz, sadece kucak açıyoruz dediği gibi Cavit Abi, umudum yok ama kucak
açmış bekliyorum.” Ben böyle yanıt verince kahkahayı bastı Cavit Abi. O kahkaha
atınca, bütün kahvehane kahkaha atar, hatta kahvehanenin kapısındaki kediler
bile içlerinden o kahkahaya eşlik edermiş gibi gelir bana. “Beklemek, zaten umutsuz
olmaz ki. Hem asıl şimdi umutlu olmak gerekmez mi, her şey bu kadar kötüye gitse
de, tüm gerçekler bu kadar ortaya saçılmışken. Umutsuz olmak kolay iş, zaten
istedikleri de bu umutsuzluk değil mi? İnsanların kendi içlerinden daha
mükemmel bir hapishane inşa edilemez, insanların kendi kendilerine yaptığından
daha iyi işkence teknikleri icat edilemeyeceği gibi. Sen şu mecbur
insanlardansın evlat. Bir kere bulaşmışsın artık bu işlere, kurtuluşun yok.
Bizim, bir kere denize açıldıktan sonra artık kara hayatına dönemeyişimiz gibi.
Çok uğraştım karada çalışıp kendime hayat kurmak için. Balıkçılık yaparken
evlenmek, çoluk çocuğa karışmak zor işti çünkü. Ama ikinci gün, içimi afakanlar
basıyordu, kendimi denizde buluyordum. Senin şu yazarlık olayı, balıkçılığa
benziyor biraz. Yoksulluğuma bakıp, kendime karada bir hayat kurmadığım için
pişman da olmuyorum hiç. Çünkü mecburdum, başka bir şey yapamazdım. Üstelik, şöyle
bir bakınca, kimsenin durumunun iyi olmadığı o kadar belli ki… İnsanların
kendilerini kandırmayı bıraktıkları gün, politikacılar da onları artık kandıramayacak.
Yağmurun yağmayışının, sadece meteorolojik bir olay olmadığını anladıkları
gün…”
O sene az yağmur yağmıştı… Yağmayan
yağmurla Toma’lardan sıkılan su arasında mutlaka bir bağ vardı. Her şey bu
kadar ortaya dökülmüşken, içimizde umutsuzluğa yer kalmamalıydı. Turgut Uyar,
“şimdi ey kış diyorum, / ne kadar sürersen sür / yaz güzeldi ve sapsarıydı”
diyordu ya, sanki Gezi’yi düşleyerek… Ne kadar sürerse sürsün bu karanlık, o
güzel yaz, kızıla çalan güneşiyle mutlaka geri gelecekti…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 5 Mart 2014)