Yüzü Olmayan Ülke
Posted: 10 Nisan 2014 Perşembe by bülent usta in
0
İstanbul’a rahatça tepeden
bakabileceğim yüksek bir binanın damına çıktım. Kedi dostum İvam’ın bana
kazandırdığı bir özellik, fırsat buldukça kendimi damlara atıyorum. Hem
gökyüzünü rahatça görebilmek, hem de şehrin o her anlamda gürültülü akışından
kurtulmak için. Bu defa baktığım yer,
halihazırda yıkılmakta olan Tarlabaşı’ydı. Yıkılmış duvarlar, sökülmüş kapılar,
molozların içine gömülmüş bir tarihe bakmak neden haz verir acaba? Tarlabaşı’nın
“yıkıntı pornosu”na dönüştüğünden bahsetmiş Begüm Özden Fırat “Bir+Bir”
dergisindeki yazısında, açılan sergilere, fotoğrafçıların Tarlabaşı’nı fotoğraf
stüdyosuna dönüştürmesine bakarak. Belki öyledir. Benim içinse bu yıkıntılarda,
derin bir umutsuzluk var sadece. Öyle böyle bir umutsuzluk değil, derin, hatta çok
derin bir umutsuzluk...
Antep’te patlayan bomba, pek çok
kişinin içindeki umutsuzluğu görünür kılmamış mıydı? Kürt sorununun
çözümsüzlüğü konusunda ulusalcılardan liberallere pek çok kişi hemen havlu
atmış, ya karşı şiddet ve imha çağrısında bulunmuş ya da bu tür şiddet olaylarının,
barış isteyenlerin elini zayıflattığından bahseden yazılar yazmışlardı. Kürt
sorununun çözümüne dair umutlu sözler edenlerin bile, gerçekte daha en baştan,
sorunun çözümüne dair umutsuz olduklarını bu vesileyle görmüş olduk. Aslında bu
umutsuzluk hali, öylesine derin bir biçimde içimize işlemiş ki, belki de Kürt
sorunundan evvel, bizim bir “umut sorunu”muz olduğunu kabul etmemiz gerek.
Shakespear’in ölümsüz eserlerinden
“Macbeth”te Ross’un İskoçya için söylediği şeyi, Türkiye için rahatlıkla
söyleyebiliriz: “Ey, bahtsız ülke; kendine bakmaya yüzü yok.” Kendine bakmaya
yüzü olmayan bir ülke oluşumuzu, öldürülen gazeteci ve yazarlar listesine, ardı
arkası kesilmeyen katliamlar tarihimize bakarak görebiliriz. Roboski
Katliamı’na bile doğru düzgün bakabildi mi bu ülke insanı? Ross, sözlerinin
devamında “Ancak hiçbir şeyden haberi olmayan biri gülümseyebilir ona” der ve
şöyle devam eder: “Göğe erişen iç çekmelerin, inlemelerin, çığlıkların ardı
arkası kesilmiyor, ama kimse dikkat etmiyor. Şiddetli bir acı, sanki oranın
günlük üzüntüsü.”
Geleceği dönüştürmeye yönelik
gerçekçi bir umudu taşımayanlar için her gün, ölüme yaklaşılan bir günden
ibarettir sadece. Geçmiş ve gelecek, günümüz insanından uzaklaştıkça ve
anlardan ibaret bir hayat sürmeye devam ettiğimiz sürece, içimizdeki umutsuzluk
da daha bir kök salıyor derinlere. İnsanların daha çok dine yönelmesini de,
UFO’lardan medet ummasını da, yoga yapmak ya da psişik mevzularla ilgilenmesini
de bu derinleşen umutsuzluk haliyle açıklayabiliriz belki. Hatta genel anlamda
halkın siyasete karşı duyduğu ilgisizliğin kaynağında bile bu umutsuzluğu
görebiliriz. Aslında Tarlabaşı’ndaki yıkıntılara bakarken, yaşadığımız ruhsal
yıkıntılara bakıyormuş gibi de hissediyorum bir yandan. Çünkü dünyada olan her
şey, aynı zamanda bedenimizde ve dolayısıyla ruhumuzda da gerçekleşiyor. Bu
yüzden Tarlabaşı yıkılırken sadece Tarlabaşı yıkılmıyor.
Tarlabaşı, aşkla ilgili şarkılara klip
çekilirken kullanılan manzaralardan birisine de dönüşebilir yakında, belki de
dönüşmüştür. Aşkla ilgili pek çok şiirin ya da şarkının hüzünlü olmasının
aslında aşktan daha çok, bu içimize kök salmış umutsuzlukla bir ilgisi olduğu
kesin. Ünlü Sitüasyonistlerden Raoul
Vaneigem, “Gençler İçin Hayat Bilgisi” adlı kitabında şöyle açıklar neden mutlu
aşkın olmadığını: “Ve aşk çoğu kez, sıradanlığın içinde iflas eder ve sona
erer. Hep tek bir şeye dönüşün korkusuyla yaralanmıştır aşk şarkıları: İster
iki kişi ister on kişi olsun, eskisi gibi yapayalnız kalınacağına ilişkin o buz
gibi korku.” Ve şöyle bir tespitte bulunur Vaneigem: “Âşıkların birbirlerini
terk ettikleri şafak, devrimsiz devrimcilerin kurşuna dizildiği şafağa benzer.
(…) Zevk, erkenden sona erer ve âşıklar kendilerini dünyada çırılçıplak
bulurlar. Eylemleri aniden gülünçleşir ve anlamsızlaşır. Mutsuz bir dünyada
aşka yer yoktur.”
Belki de Vaneigem yöntem olarak
yanılıyordur. Bu mutsuz dünyayı henüz değiştiremiyor olsak da, değişeceğine
dair inançla aşktaki umutsuzluğu yenebilir ve kendi içimizdeki boşluğa
düşmekten kurtulabiliriz belki. Gerçek aşkı yaşamak için illa devrimi beklemek
yerine, pek çok kişiye gülünç ve anlamsız gelen şeylere fazlasıyla değer vermeye
devam ederek, bu dünyanın mutsuzluğuna direnmek gerekmez mi? Devrimciler
kurşuna dizilirken belki devrimsizdiler ama geleceği görmelerini sağlayacak
hayallere sahiptiler. Tarlabaşı’ndaki yıkıntılar, hayal kuramayanların da bir
gün böyle yıkılacağını anlatıyor. Yıkım devam ediyor, kurtarılmayı bekleyen
hayallerin üzerinde…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 29 Ağustos 2012)