Önce Hatırlamalı...
Posted: 10 Nisan 2014 Perşembe by bülent usta in
0
Bu sabah, işe gitmeden evvel erkenden Balıkçılar Kahvesi’ne
uğradım. Birkaç ihtiyar vardı kahvede, diğerleri balığa çıkmış olmalıydı. Macit
Amca, çok üzgün görünüyordu, onu bu kadar üzgün görmemiştim uzun zamandır.
“Hayırdır Macit Amca” diyerek yanına oturdum hemen, “nedir bu hâlin?” Macit
Amca, boğuklaşmış o tok sesiyle dedi ki: “Neşet Ertaş’ı kaybetmişiz.” Hastaneye
kaldırıldığını biliyordum ama, aklıma gelmiyordu böyle bir son. Mahzuni Şerif’i
kaybettiğimiz zamandaki gibi türkülerle harmanlanmış acı bir duygu oturdu
içime. Bizim kahveci de, çalmasın mı Neşet Ertaş’tan “Yalan Dünya”yı… Az daha
Macit Amca’yla oturup ağlayacaktık, Neşet Ertaş’ın sesinden şu sözleri
dinleyince: “Sen ağladın canım ben ise yandım / Dünyayı gönlümce olacak sandım
/ Boş yere aldandım, boşuna kandım / irengi gözümde solan dünyada”
Neşet Ertaş’ın sesiyle birlikte öyle çok şey hatırladım ki,
adeta bir tür zaman koridoru açılmıştı kahvehanenin içinde. Anımsamak dediğimiz şey, nesnelerle, müzikle,
şiirle gerçekleşen bir şeydir ya… Macit Amca da, 60’lara kadar gitmiş
olmalıydı. Sonra şöyle dedi, “Rengi gözümüzde solan bir dünyada yaşıyoruz, hem
de her şey bu kadar rengârenk hâle sokulmuşken.”
Kahvehaneden çıkıp yayınevine giderken, aklımda Macit
Amca’nın sözleri vardı. Rengi solan bir dünyada mı yaşıyorduk, solan dünya
değil de biz miydik yoksa? Neşet Ertaş’ın dediği gibi rengi gözümüzde soluyordu
dünyanın. Dünya hep aynı dünya, renkler hep aynı renklerdi. Bizdeydi, bizim
dünyaya bakışımızdaydı asıl mesele. Çünkü yorgun insanların yaşadığı bir yerdi
bu memleket. Mahzuni de dinlesen, Neşet Ertaş da dinlesen, hüzünlü bir isyanı
solurdun sadece. Savaşlarla, darbelerle, yoksullukla yorgun düşürülmüş
halkların yaşadığı bu topraklarda, renkler de solacaktı elbette.
Gülten Akın, bir şiirinde Anadolu’yu şu dizelerle anlatır: "Dam çökecek, bir kırık nal, iki gözboncuğu getirin /
Muska nerde? En'am nerde? Siz neredesiniz? / (Gece) kara gece, gaz, kibrit,
pencere / Yoksa dam çöktü mü? Ölmeden önce mi öldük biz? / (Sessizlik) / Yalnız
ölülerin sesleri dağlarda / Kar kar"
Gülten Akın bu dizeleri kim bilir kaç on yıl evvel yazmıştı.
Değişen bir şey yoktu hâlâ, “yalnız ölülerin sesleri” geliyordu dağlardan.
Dağlarda ölülerin sesleri çoğaldıkça, dünya da soluyordu azar azar. Damı çökmüş
bir memlekette, gözboncuğu, muska aranıyordu insanlar, işte muhafazakârlığın
bir başka izahı. Yoktu ki insanların çaresi… Ölmeden önce ölmenin bir başka
yolu da unutmak değil miydi? Unutmak istiyorduk her bir şeyi, ama önce
kendimizi. İşte böyle sürüyordu bu düzen…
Yaşadığımız bu uzun unutuş sürecine, hatırlamak da dahil,
çünkü hatırlamadan unutamayız hiçbir şeyi. Bütün mesele, nasıl hatırladığımızda
gizlidir aslında. Tarihle ilgili çalışmalara bugün herkesin ilgi göstermesinin
altında yatan neden de bu. Nasıl hatırladığın, nasıl unutacağını belirliyor
çünkü.
Muhafazakârlık, otoriteryen kurallar çerçevesinde insanları herkes
gibi düşünmeye ve yaşamaya zorlayarak büyük bir yükten, kendi varoluşsal
sorumluluğundan kurtardığı için, damı çökmüş yorgun bir ülke olan Türkiye’nin kaderi
oldu bugün. Hükümetler gelip geçicidir,
ama bu yorgunluk, öyle kolay geçecekmiş gibi durmuyor. Dünyayı
renklerine kavuşturmak için, öncelikle bu yorgunlukla baş etmenin yollarını
aramalı, ama nasıl?
Sitüasyonistlerden biliyoruz ki, dünyayı örgütleyenler, hem
acı çekmeyi, hem de bu acıyla başa çıkmak için gerekli uyuşturucuları da
örgütlerler. ABD’nin Irak’ı işgal etmesi için, hem silah, hem de ilaç şirketlerine
ait lobilerin ortak çalışması gibi.
Gündelik hayat koşturmacası, insanların kendilerini unutmaları
üzerine kuruludur. Varlığınızı sürdürmek için, sürekli tetikte olmanız,
dikkatinizi kendinizden çok dış dünyaya vermeniz gerekir. Kendinizi unuttuğunuz
için yorgun düşen varlığınızı, bu defa da “aptal kutusu” denilen ama gerçekte
bir “unutma kutusu” olan televizyonla ya da yoga yaparak, ilaç kullanarak
unutmaya çalışırsınız ve bu döngüden çıkmaya çalışmak korkutucu bir hâl alır
zamanla. Çünkü kendinizi hatırlamak, iş yerinde, sokakta yaşadığınız
aşağılamaları, emeğinizin sömürüldüğü gerçeğini ve çeşitli vaatlerle sürekli olarak
kandırıldığınızı da hatırlamaktır aynı zamanda. Zor iştir, insanın kendisini
hatırlaması…
Sanat, dünyayı ve kendinizi hatırlatan varlığıyla bu zorluğu
azaltıp size başka türlü yaşayabileceğinizi gösterebildiği içindir ki, bu rengi
solan dünyanın umudu olmaya devam ediyor hâlâ. Bir de unutuşun sanatı var
elbette, özellikle reklamcıların ve medyanın rağbetiyle kitleleri unutma seanslarına
sokan.
Gülten Akın, bir şiirinde der ya “Benim yaşamam mı ne, belki
de şu / Kesin bir şiirde kendi gibi olmak”… Kendi gibi olmak içinse önce
hatırlamalı…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 26 Eylül 2012)