Eşe Hatun’un Barışmazlığı
Posted: 12 Nisan 2014 Cumartesi by bülent usta in
0
Kâğıt ve kalemle tünel kazma işine başladıktan sonra, hayata
bakışımdaki bulanıklık da azalır oldu. Ama ne kadar tünel kazıp nereye gidersem
gideyim, kimle konuşursam konuşayım, hep bir şeyler eksik kalıyordu. Tıpkı
sizler gibi ben de içimde ve dışımda kuşatılmış, kendi gerçekliğimden adım adım
uzaklaştırıldığımı hissediyordum. Teknoloji, güvensizleştirilmiş insan
ilişkileri, belirsizlikler, küreselleşen hezeyanların içinde birbiri içinde
kaybolmuş gölgeler… Zaten geçmişe tünel kazmamın amacı bu değil miydi, kendime
kavuşmak, hayata çıplak gözlerle bakıp hakikati dillendirmek.
Ne zaman çalışma masamın başına otursam, sanki birden odayı
aydınlatan ışık, ya da sokağı aydınlatan güneş zayıflıyor, karanlık bir odada
ateşin başına oturmuş ihtiyar bir kadın yüzü canlanıyordu zihnimde. O ihtiyar
kadının kim olduğunu bir türlü hatırlayamıyordum. Babaannemi hiç görmemiştim,
ananeme de benzemiyordu o kadın. Ama sanki bana bir şey anlatmak istermiş gibi
o kırış kırış olmuş yüzündeki parlayan kara gözlerle durmuş bana bakıyordu.
Günler sonra, belki de yüzlerce sayfalık kazı çalışmasından
sonra, yavaş yavaş o ihtiyar kadının içinde bulunduğu oda aydınlandı. Bir köy
eviydi burası. Başında yazması, kınalı saçları ve elleriyle karşımda
oturuyordu. Anadolu’da bir köyde, antropolog olarak saha çalışması yaparken
köyün en yaşlı kişisi olarak ona götürmüşlerdi beni. Yirmili yaşlarımdaki
hâlimle karşısında oturuyordum şimdi. Kadının adı Eşe’ydi, Eşe Hatun diyorlardı.
Bana ilk söylediği söz “Korkuyorsun” oldu, “Siz şehirliler
hep korkarsınız zaten.” “Sen korkmaz mısın” diye sordum ona. “Korkmam” dedi
kadın. “On beş çocuk doğurdum yedisi hayatta kaldı sadece. Ölen sekiz
evladımdan ikisinin canını devlet, diğerlerini Allah aldı. Ne devletten
korkarım, ne de Allah’tan” deyince, odanın içinde buz gibi bir hava esti. Köylüler
beni devlet görevlisi zannettikleri için Eşe Hatun’un sözlerinden
endişelenmişlerdi. Köyün muhtarı kulağıma eğilip “Oğlunu kaybettikten sonra
böyle oldu, kafayı yedi biraz” gibi şeyler söyleyerek açıklama yapma ihtiyacı
duydu ama kulak asmadım muhtara. Korkmuyordu işte kadın. Üstelik kadın olduğu
halde korkmuyordu. Söyleyeceklerini daha bir can kulağıyla dinlemek istedim.
Devam etti Eşe Hatun: “Siz şehirliler hep korkarsınız,
canınız kıymetlidir. Çünkü çoksunuz orada. Bizim köyde bir tavuk kaybolsa
herkesin haberi olur. Herkes bilir birbirini. Sizin orada herkes kaybolmuş,
herkesin kaybolduğu yerde de kimsenin birbirinden haberi olmaz değil mi?” dedi
ve güldü kendi söylediğine. Onun gülmesine ben de eşlik edince, odadaki gergin
hava nispeten azalmış, hatta köylüler arasında da gülüşmeler olmuştu.
“Bir oğlumun peşine gitmiştim yıllar evvel, senin geldiğin
şu koca şehire, İstanbul’a. Benim oğlan hapis yatıyor orada. Zaten bizim
çocuklar, şehre ancak asker, mahkûm ya da işçi olarak giderler, öyle değil mi?
Bana dediler ki, oğlun cezaevinden çıkana kadar sen göçer gidersin bu dünyadan.
Çok ceza vermişler benim oğlana. Ben de ölmeden evvel bir göreyim istedim. Hem
oğlumu, hem de şehri öyle gördüm işte. Devlet, benim için jandarmaydı,
öğretmendi, imamdı. Yımırtacı derler bizim burada jandarmaya, bak bunu da yaz.”
Muhtar iyice tedirgin oldu Eşe Hatun’un sözlerinden. Araya girip konuyu değiştirmek
istedi.
“Eşe Hatun” dedim, “şimdi devletle dağlardaki evlatların
barış müzakereleri yapıyorlar. Sence olur mu barış?” “Keşke” diyerek iç
geçirdi. “Keşke barışsalar, ama ben barışmam.” “Hem barışsınlar istiyorsun, hem
de barışmam diyorsun Eşe Hatun” dedim. “Kimse ölmesin diye barışsınlar diyorum.
Askerler de ölmesin, çünkü onlar da bizim evladımız. Devletin evladı yoktur a
be oğlum, askeri, polisi, işçisi, memuru vardır ama evladı yoktur. Devlet baba
diye diye beynimize işlediler. Madem baba, ne diye evlatlarını birbirine
kırdırır yıllardır. Onlar barışsın, ama ben devletle barışmam.” Muhtar, iyice
tedirgin olmuştu ama Eşe Hatun’u susturacak gücü de yoktu. O odadaki en güçlü
kişi Eşe Hatun’du. Okumayı yazmayı denilene göre kendi kendisine çözmüştü. Oğlu
cezaevine girince merak sarmıştı okumaya yazmaya. Oğlunun mektuplarını kendisi
okumak istiyordu, çünkü güvenmiyordu kimseye. Daha önce dağa çıkan oğlunun ölüm
haberini yıllarca saklamışlardı ondan.
O köy evindeki odadan kendi odama dönmem kolay olmadı. Eşe
Hatun’un yüzü, gözümün önünden gitmiyor bir türlü. O yaştaki köy kadınları,
bana hayatın en derin sırlarına sahip bilge insanlarmış gibi gelir. Bana
“Korkuyorsun” derken yüz ifadesi ve bunu söylerkenki ses tonunu düşündüm.
İçimden korkuyu kazıyıp almıştı sanki o ses…
Kurban kimliğinin sistem tarafından yaratılan taciz ve korku
kültürüyle ilişkisi, barışın güçler arasındaki bir ateşkes ihtimali olarak kalması
anlamına geliyor aslında. Eşe Hatun’un devletle barışı yan yana düşünememesi bu
yüzden biraz da…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 13 Mart 2013)