Acı Komik
Posted: 10 Nisan 2014 Perşembe by bülent usta in
0
Gecenin bir yarısı, yağan yağmuru ve çakan şimşeği
dinleyerek odamda şimdi okuduğunuz bu yazıyı yazıyorum. Içimde derin bir
sıkıntı var. Cezaevlerindeki açlık grevleri fazlasıyla endişe verici bir noktaya
geldi. Daha önce de cezaevlerinde açlık grevleri olmuş ve pek çok insan
gözümüzün önünde eriyip gitmişti. Onların ölümünü seyrettik bile diyemiyorum,
çünkü kamuoyunun dikkatini uzun süre bir noktada tutamazsınız. Üstelik kamuoyu,
günümüzde kimlik sorunu etrafında birbirinden çok farklı, hatta zıt talepleri
olan gruplara ayrışmış durumda. Gittikçe de birbirinden uzaklaşan bu kesimlerin
radikalleştiğine tanık oluyoruz.
Örneğin biber gazına rağmen 29 Ekim’i kutlamak isteyen kesim
ile cezaevlerindeki açlık grevlerine duyarlı olan kesim, aynı iktidarın hışmına
uğrasalar da, birbirlerinden ciddi bir biçimde ayrışıyorlar. Ülkeyi yöneten
iktidar partisinin kendisi de, kimlik sorunu üzerinden örgütlenmiş ve oy
toplamış bir parti olunca, durum daha da vahim bir hâl alıyor. Çünkü ürünü
olduğu bir sorunu, bu iktidar partisinin çözme olasılığı yok, bunca yıldır
iktidarda olmasına rağmen duyduğu hınçta bir azalma da görülmezken. Ama
ilginçtir ki, iktidar partisi ve lideri, tıpkı Cumhuriyet’in kurulduğu
yıllardaki tek parti hükümeti ve kutsallaştırılan lider imajını devralmış gibi
gözüküyor. Yani bir anlamda karşı olduğu ulus-devlet modelini ideolojik olarak
değil de yöntem olarak kopya eden bir siyasi harekete dönüşmüş durumda.
İktidar partisinin kendine sadık kalarak ötekilerle uyuşma
anlayışına sahip olması beklendi hep. Modernitenin taleplerinin geleneğin
tümden reddedilmemesi anlamına gelmediğini savunan bu muhafazakâr yaklaşımın,
diğer kimlik taleplerini yok sayan bir tutum sergilemesi, bir çelişkiymiş gibi
dursa da, aslında şaşırtıcı değildi hiç. Alevilikten Kürtlüğe kadar bütün
kimlikleri kendisi belirlemek istedi, tıpkı tek parti döneminde ulus-devlet
inşa edilirken yapıldığı gibi. Bu tutum, başta liberaller olmak üzere pek çok
kişide büyük bir coşku yarattı ve açılımlar dönemi olarak alkışlandı. Ama bu
kimlik tayin etme projeleri, diğer kesimleri fena halde telaşlandırıp kendi
kimliklerine daha çok sarılmalarıyla sonuçlandı ki, bugünkü radikalleşmenin
altında böylesine derin bir paranoya saklı. İktidar partisi, kimlik sorunlarını
çözeceğim derken, sorunu çok daha karmaşık bir boyuta taşımış oldu. Oysa,
yapılması gereken her kesimin kendi kimliğini inşa etmesine izin verecek
özgürlükçü bir ortam yaratmaktı. Ama bunu muhafazakâr gelenekten gelen siyasi
bir hareketten beklemek, daha baştan hatalıydı ve şimdi pek çok entelektüel bu
hatanın ayıbıyla başlarını öne eğmiş durumda.
İktidar partisi, her iktidarın yaptığı gibi kendi
canavarlarını yaratıyor bugün. O canavarları biber gazıyla besleyerek
büyütüyor. Uzlaşmayan ve merhamet etmeyen görüntüsünün altında derin korkuları taşıyor
çünkü. Ama şu da bir gerçek ki, en çok korkandan korkacaksın, korkunun şiddetle
yakın ilişkisi olduğunu bilerek. Bir iktidarın, ne kadar korkuyorsa, cezaevlerini
de o kadar çok doldurduğuna tanık olduk hep. Bugün de aynısı oluyor. En ufak
bir toplumsal eyleme karşı, savaş çıkmışçasına önlemler alınması ya da medyanın
kontrol edilmeye çalışılması, ancak bu derin korkularla anlaşılabilir.
İktidarların yaşadığı korku, her şey kontrol altına alınsa bile dinmeyecek bir
korku türü olduğu için de, kendi kuyularını da kurtulamadıkları o korkular kazar
genellikle. Çünkü Hannah Arendt’in şemasına göre, siyasal olanın dik ve yatay
düzlemi vardır. İktidar dediğimiz şey, yani yapabilme gücü, yatay olan düzlem
sayesinde mümkün olur. Yatay düzlem de, insanların birlikte yaşama isteğinden
başka bir şey değildir. Eğer kimlik sorunu etrafında toplanan ve ayrışan
kesimler, bu hızda radikalleşmeye devam ederse, insanlarda bir süre sonra
birlikte yaşama isteği tamamen ortadan kalkacak. İç savaş korkusu yaşamamın en
önemli nedeni, Arendt’in bu şemasında gizli aslında. Cezaevlerindeki açlık
grevlerine fikren olmasa da, en azından vicdanen ilgi göstermeyecek olanların
çokluğu, bazı gazeteci ve politikacıların bu yöndeki açıklamaları, o yatay
düzlemi zayıflattıkça zayıflatıyor.
Yağmur ve çakan şimşek sesleri içinde yazımı yazarken,
içimdeki sıkıntı da gittikçe artıyor. Aslında yağmur sesi hep uykumu getirir.
En güzel uykularım, yağmur sesi dinleyerek uyuduğum uykulardır. Ama içimdeki
sıkıntı, uyumama engel oluyor. Yönetiliyor olmak başlı başına bir meseleyken,
kötü, hem de çok kötü yönetiliyor oluşumuz, beceriksiz siyasi aktörler, düşünce
üretmeye isteksiz entelektüeller ve kimlik ayrışmalarının neden olduğu bu siyasi
dağınıklık sonucunda, başımıza türlü felaketler gelecekmiş gibi hissetmekten
kendimi alamıyorum. Malraux, 20. yy için politikanın trajedi hâlini aldığı bir
yüzyıl demiş ya. Tekrarlanan trajedilere bakarak, 21. yy için de trajikomikten
çok “acı komik” diyesim geliyor. Komik olması, acıyı daha da artırıyor…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 31 Ekim 2012)