Uçan Balkon

Posted: 12 Nisan 2014 Cumartesi by bülent usta in
0

Soğuk moğuk, çalışmaktan sıkılınca evin balkonuna çıktım. Görünmez bir balkon benimkisi, çünkü sokaktan geçenlerin çoğu yukarı bakmaz, ya cep telefonlarına ya da sokağa, yüzlere, nesnelere bakarlar, bazen de kendi içlerine… Ama nereye bakarlarsa baksınlar bir huzursuzluk saklıdır bakışlarında. Kaygı çağının insanı olmaktan farklı bir huzursuzluk… Bir şeylerin fena halde ters gittiğinden emindirler sanki. Yalnız siyaset sahnesinde olup bitenler için değil, kendilerinden de kuşkulanan, derin bir huzursuzluk...

Krizlerle freni patlamış bir otobüse benzeyen neoliberalizmin, son sürat bizi bir felakete doğru götürüyor oluşu, doğal felaketler, kimyasal ya da nükleer silahların varlığı, yaşanan ya da yaşanacak savaşlar da değil bu huzursuzluğun asıl kaynağı. “Cogito” dergisindeki David Graeber’in yazısındaki tespitiyle, Renata Salecl’in “Kaygı Üzerine” adlı kitabındaki tespitinin buluştuğu yerde aramalı bu huzursuzluğun kaynağını: “Zihnin krizi”nde...

Graeber, şöyle diyor yazısında: “Medyanın rolü bugün daha çok, gittikçe daha da öfkeli bir hâle gelen bir halkın üyelerini, onlardan başka aynı duyguları yaşayanların olmadığına ve yapayalnız olduklarına inandırmak.” Yani radikal solun “şirket/burjuva medyası” eleştirisinden öte bir durum. Amaç sadece egemen sınıfın sağlıklı bir biçimde varlığını sürdürmesi değil, çünkü var olan kurumların meşru ve adil olduğuna inanmayan büyük bir kitle var bugün. Egemenlerin, medya ve şiddet aracılığıyla yapabildikleri tek şey, insanlara sürekli yalnız olduklarını, ne yapsalar da bir şeyleri değiştiremeyeceklerini, değişecekse bile, bunu onlar adına cemaat ya da siyasi parti gibi başka güçlerin yapabileceğine dair bir algı oluşturmak.

Oluşturulan bu algı, bize gösterilen hayatla, gerçekte yaşadığımız hayat arasındaki uçurumu arttırdıkça, zihnin krizi de katlanarak artıyor ve toplumsal yaşamda her tür akıldışı süreç mümkün hâle geliyor. İnsanların, bu akıldışı sürecin yarattığı belirsizlikler ve kaygılardan yorularak çıkışı muhafazakârlaşmakta ve totalitarizmde araması da mümkün, tam tersine ,kendisine sunulanın dışında başka bir hayatın mümkün olabildiğini görmesi de…

İçine hapsedildiğimiz o boşluk ve yalnızlıktan Gezi’de açılan tünel sayesinde çıkıp biraz olsun hava almak istediğimiz zaman da, biber gazıyla ciğerlerimizi yakıp, öldürerek, sakat bırakarak gerisin geriye o tünellerden yalnızlığımıza dönmemizi istediler. Graeber’in dediği gibi, demokrasi kalabalıkların deliliği anlamına geliyor onlar için. En ufak demokratik talep içeren kıvılcımların üzerine, panik hâlinde binlerce gaz bombası atmaktan, terör estirmekten çekinmeyişleri, sahip oldukları kurumların meşruluğunu yitirmiş olmasıyla açıklanabilir yalnızca. Ama o tünelden dışarı çıkıp geri dönmeyenler, mahalleevleri kurarak, çeşitli etkinlikler düzenleyerek, hayatı her alanda savunacak çareler arayarak; anlamsız kaygılar içinde tükenmek yerine, hayatı savunmak ve özgürce yaşamak gibi daha gerçek kaygılar için mücadele etmeye devam ediyorlar.

Graeber’in yazısının yer aldığı “Cogito” dergisinde, Süreyyya Evren’in Gezi Parkı’ndaki ele geçirilmiş belediye otobüsünün yer aldığı bir fotoğraf karesinden yola çıkarak yazdığı yazısındaki sahneye benziyor durum: “Sanki sıradan bir belediye hattında X noktasından Y noktasına gidermiş gibi yerlerini almışlar. Otobüs dolu, suyunu içen yolcu da var, pencereden dışarıya bakarak düşüncelere dalan da. Mesele şu ki, bu otobüs bir yere gitmiyor. Diren Gezi anlayışının cisimleştiği bir deneyim alanına dönüştürülmüş durumda. İnsanlar bu otobüsün içinde bir yerden bir yere değil de bir hayale doğru, bir fikre doğru gitmeyi bekliyor gibiler.”


Sokağı izleyip düşüncelere dalmışken, küçük bir oğlan çocuğu balkonun altında durup bana bakmaya başladı. Gülümsedim, gülümsedi. Bizim sokağın darbukacı çocuklarındandı, Kadıköy’de özellikle geceleri darbuka çalıp meyhaneden çıkan insanlardan para toplayanlardan. Üzerindeki kazak ve pantolon küçük geldiği için göbeği dışarıdaydı, ayakları çıplak. Hava yeni yeni kararıyordu, daha mesaisi başlamamıştı anlaşılan. “Çok sevdin balkonu galiba” dedim. “Sen niye hep orada oturuyorsun? Birini mi bekliyorsun?” dedi. O an aklıma Gezi’deki belediye otobüsü geldi, gülümsedim. “Sihirli bir balkon bu” dedim “çıkınca bu balkona uçmaya başlıyorsun.” Hoşuna gitse de, şaka yapıp yapmadığımdan emin olamadı. “Hani, uçmuyorsun işte. Uçsana o zaman” dedi. “Uçuyor” dedim, “ama herkes göremiyor uçtuğumu, zaten asıl sihir de burada.” İnanmadı tabii, inanır mı, nelere tanık oluyordu kim bilir sokakta. Ama arkadaşlarına gidip anlatmış olmalı ki, artık beni balkonda görünce, sanki biraz sonra havalanacakmışım gibi el sallıyorlar… Belki de havalandığımı sadece onlar görüyorlardır, kim bilir…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 15 Ocak 2014)

0 yorum: