Aşırı Günler

Posted: 12 Nisan 2014 Cumartesi by bülent usta in
0


Ethem Sarısülük’ü öldüren kişinin mahkemede başından düşen peruğu, rüyalarıma girer oldu bu ara. O peruk, öyle kötü şeyler çağrıştırıyor ki, kan ter içinde uyanıp kâğıda kaleme sarılır oldum geceleri. Hrant Dink davasında ya da Erdal Eren’in idam sehpasında olduğu gibi, düşe düşe iyice yıpranmış o peruğa muhtaç olmuş, vatandaşı değil devleti korumaya öncelik vermiş bir hukuk… Devlet ve yasalar ne kadar sivilleşirse, egemen sınıfın çıkarlarına göre işlenecek hukuk cinayetleri ya da cinayet hukuku da o kadar azalır. Yaşanılanlar, Hükümet’in sivilleşme iddiasının tersini gösterdiği içindir ki, toplumdaki huzursuzluk da gittikçe artıyor.

Bir yandan aşırı günler yaşıyoruz. İktidar aşırı, duygular, fikirler; nereye baksan bir aşırılık, bir uçurum, sanki başka bir ülkedeyiz, sanki her gün gördüğümüz insanlar, aynı insanlar değil, kuşlar, kediler, ağaçlar...

Bazen yorucu da oluyor bu aşırılık. Hayatı, bir trenin penceresinden izliyormuş gibi izlemeye başlıyorsun. Gidecekleri okulları karıştıran çocuklara, yerlerde sürüklenen işsiz öğretmenlere rastlıyorsun; grevdeki işçilerin peşine takılıyorsun sonra; mahkeme salonlarında sivil polislerin küfürlerini, stadyumlardan yükselen “Her yer Taksim, her yer direniş!” tezahüratlarını işitiyorsun; ardı arkası kesilmeyen eylemler, rengârenk boyanan merdivenler ve simitçi tezgâhları gibi sokakların bir parçası olmuş Toma’ların arasından geçerek ilerliyorsun ve her şey sende bir duygu, bir iz bırakıyor.

İşte o izleri okudukça, sadece Hükümet’in değil, neredeyse bütün siyasi pratiklerin ve düşüncelerin hatalı yanlarını görüyor, bir şeylerin bugüne kadar fena hâlde yanlış yapıldığından, böyle devam edemeyeceğinden emin oluyorsun.

Cemal Süreya’nın “Taşıran Damla” şiirinde, “Gün gelir bir sürü şey / Zoruna gitmeye başlar gerçeğin / Yenilgiler de birikir ilenç de” diye yazdığı gibiydi Gezi, “Taşıran Damla”ydı ve harbi taşırdı ne varsa içimizde, dışımızda… Her şeyin rayından çıktığını gördük hep birlikte. Zaten rayların da pek bakımlı olduğu söylenemezdi; eskiydi, kanlıydı, asit kuyularının üzerinden geçiyordu. Eklenen çakma rayların da ülkenin ağırlığını fazla taşıyamayacağı belliydi, çatırdayıp duruyordu altımızda, içimizde. Düşmemek için birbirimize sarılmaktan başka bir şansımız olmadığını nihayet anlamıştık ya, önemli olan da buydu.

Böyle aşırı günleri ülkeler, savaş hâlindeyken ya da savaş sonrasında yaşarlar genellikle. Her şeyin rayından çıkmasının korkutucu bir yanı vardır önce. İnsanlar savaşa da, yoksulluğa da, parayla oynanan bir oyun olarak siyasetin siyasetsizliğine de alışmış gibidirler... Bir tür kader gibi kabullenmişlerdir başlarına gelenleri. Muhafazakârlaşmanın tüm bu kadermiş gibi yaşanan travmalarla, modernleşmenin tepeden inmeci çarpıklığıyla, yoksullukla, insanların kendi başlarına bırakılmalarıyla ilgisi yok mu sanıyorsunuz?

Reiner Stach’ın Sel Yayınları’ndan iki cilt olarak yayımlanan “Kafka” biyografisini okuyorum trende. Kafka’nın yaşadığı yılları, iki dünya savaşı arasındaki Avrupa’yı andırıyor bugünlerde yaşadıklarımız. O zaman da devlet, kendi beceriksizliğinin üstünü örtmek için ahlaki baskıyı kullanarak sorumluluğu halkın sırtına yüklemeyi, artan öfkeyi başka kanallara çekmeye çalışmıştı. Kafka, o günlerde günlüğüne “Kropotkin’i unutmamalı!” diye not düşüyor, sonra bir başka gün şöyle yazıyor defterine: “Biz kendimizi geliştiriyoruz. Kendimize bağlanmadan daha az derin değil, insanlığa bağlanmamız –bu dünyanın tüm acılarından birlikte kurtulmak için.” Bu sözlerinde dinsel bir gönderme olduğunu düşünerek “birlikte kurtulma”nın üzerini çiziyor ve “her insanla birlikte” diye düzeltiyor sonradan. Her insanla ayrı ayrı birlikte, bu dünyaya ait bir beraberlik... Arendt’in “dünya sevgisi” dediği şey... İşte böyle gelişecek kendimiz, o düşmekten yıpranmış kanlı peruktan böyle kurtulacağız…


Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 25 Eylül 2013) 

0 yorum: