Tren Yolu
Posted: 12 Nisan 2014 Cumartesi by bülent usta in
0
“Ben şimdi ne yazacağım?” dedi adam. Gazetede 2012’ye ait
son yazısını yazacaktı. İyi şeyler yazmak istiyordu, hep iyi şeyler yazmak
istemişti ama çoğunlukla kötü şeyler oluyordu ve o da olup biten kötü şeylere
bakarak yeni bir şeyler söyleme gayreti içinde olup biteni anlamaya
çalışıyordu.
En son ODTÜ’de öğrenciler, üniversiteye üç bin polisin
korumasında konuşmaya gelen Başbakan’ı protesto etmek istemiş ve ağır bir
şiddetle karşılaşmışlardı. Olayların hemen ardından YÖK soruşturma başlatmış ve
hükümete yakınlığıyla bilinen rektörlerin başında olduğu bazı üniversite
senatoları, eylemci öğrencileri kınayan ortak bir bildiri yayımlamışlardı. Bunun
anlamı, ODTÜ ağır bir kuşatma altına alınacak ve başka üniversitelerde benzer
olayların yaşanmaması için en ağır şekilde cezalandırılacaktı. Bu yüzden
ODTÜ’yü yalnız bırakmamak, hayati bir önem taşıyordu. Eğer kamuoyu bu konuda da
manipüle edilip bölünürse, hiçbir engelle karşılaşmadan bu mesele de kökünden halledilmiş
olacaktı.
Bu yüzden, YÖK’ün ve eylemci öğrencileri kınayan bildiri
yayımlayan bazı üniversite senatolarının kullandığı dil önemliydi. Yıllardır ülkeyi
yöneten iktidarın dilini kullanarak, protesto hakkını kullanan öğrenciler
şiddeti tercih eden, bozguncu, özgürlük karşıtı kişiler olarak lanse edildi.
Bildiride düşünce ve ifade özgürlüğüne özellikle vurgu yapılarak, Başbakan’ın
üniversitede konuşma özgürlüğünün engellendiği savunuluyordu. Yani, YÖK ve bu
senatolar, özgürlük savunucusu, Başbakan da konuşma özgürlüğü engellenmeye
çalışılan mağdur hâline getiriliyordu.
Aslında kullanılan bu dil, yıllar yılı içselleştirilmiş ve pek çok
durumda kamuoyunun kafasını karıştırıp kolayca bölünmesini sağlamıştı. Bu dili
demokrasi ve özgürlük parıltılarıyla süsleyip daha iyi işler hâle getiren de
“yetmez ama evetçi” olarak bilinen liberal aydınlardı. Yıllar yılı ordu
demokrasisi yüzünden çileler çekmiş pek çok kesim bu dile itibar etmişti
önceleri. Aslında “yetmez ama evetçi”lerin büyük bir kısmı ulusalcılarla ve
orduyla hesaplaşmak için hükümetin yanında yer almışlardı ve bu ittifakta da
onların manipüle yeteneklerini geliştirdikçe geliştirmişlerdi. Ulusalcılar da,
en son tanık olunan “Sanatçılar Girişimi Gecesi”nde olduğu gibi çeşitli
rezaletlerle, orduyu göreve çağıran milliyetçi ve militarist bir dille,
tersinden destek olmuşlardı bu sürece. Kürt hareketi ise, zaten geniş çaplı KCK
operasyonlarıyla kuşatılmış, açılımlar süreciyle psikolojik ve siyasi açıdan
zayıf düşürmek için olağanüstü bir gayret sarfedilmişti. 2013’e gergin ve
belirsiz bir sürecin içinde bu koşullarda giriliyordu. Ama artık tüm bu olup
bitenlere bakıp her şeyin anlaşılması ve herkesin aklını başına devşirerek bu
akıl dışı süreçten çıkması gerekmiyor muydu?
Ne yazacağını düşünen adamın aklından bunlar geçerken, Ayhan
Bozfırat’ın “İstasyon” adlı öyküsünü anımsadı birden. Bozfırat’ın öykülerini
yıllar evvel Oğlak Yayınları “Bütün Hikâyeleri” adıyla yayımlamıştı. Gitti
kitabı buldu hemen kitapların dizili olduğu o loş koridordaki raflardan. Öyküde,
trenle yolculuk yaparken aslında inmek istemediği bir istasyonda inen bir
adamdan bahsediliyordu. Trenden inip, elinde bavuluyla bir istasyon boyu
yürümek zorunda olan adam, yol boyunca ağaçların arasından ceset taşıyan
adamlar görüyordu. Bir tren kazası olduğunu ve Tren İdaresi’nin halkı
ürkütmemek için cesetlerin geceleyin taşınmasına izin verdiğini öğrenmişti bir
ceset taşıyıcısından. Adam, kente varıp kalacağı pansiyondaki odasına
yerleştiği zaman, pansiyoncu kadın, adamı pencereden dışarıya bakmaması için
uyarmıştı: “Sen de kendi yaşantına sokmamaya bak gördüğün şeyleri. Unutmaya
çalış. Hoşuna gitmez Tren İdaresi’nin. İyi olmaz. Tehlikelidir sonu.” Adam,
kadının uyarısını hiç duymamış gibi pencereden tren yoluna bakmaya devam
ediyordu öyküde.
İşte öyle hissediyordu ne yazacağını düşünen adam,
pencereden tren yoluna bakarken… Tren İdaresi gücünü, insanların gördüklerini
unutabilmesinden alıyordu. Unutmayacaktı…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 26 Aralık 2012)