Çıkarılmış Kalpler Güvertesi

Posted: 12 Nisan 2014 Cumartesi by bülent usta in
0

Herkes tek başına bir adada yaşıyormuş gibi bu şehirde. Romain Gary’nin romanında bahsettiği şu “mış gibi” oyununu oynayarak... Konuşurmuş gibi yapan ama konuşmayan, gülermiş gibi yapan ama gülmeyen, severmiş gibi yapan ama sevmeyen “normal insanlar”ın dünyası… Genç yaşta hayata veda etmeyi seçen Nilgün Marmara, günlüğüne yazmıştı ya, “Çocukluğun kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne güzeldi! Yiten bu işte…”

Yiten o şey, yiterken herkesin içinde bir sızı da bırakıyor. Bu hayatta ne yapıyorsak o sızıyı yok etmek ya da unutmak için yapıyoruz aslında. Bazıları kendini dine ya da çalışmaya veriyor, bazıları sekse ya da alışverişe… Bazılarımız da sanatla, felsefeyle o sızıyı tanıyıp yok etmeye çalışıyor ama nafile… İnsanların içindeki o sızı, tekbaşına yaşadığı adayla kara parçası arasındaki denizin kendisi çünkü.

O sızıdan oluşan dev dalgaların içinde olduğum adayı yutacağını bildiğim için, yazarak denizi geçmeye çalışıyorum kendimi bildim bileli. Daha doğrusu, Didem Madak’ın “Pulbiber Mahallesi”nde yazdığı gibi “ülkemin yürüyen caddelerinde acılarımızın kaynağını” araştırmaya başladığımdan beri… Bir kere yazmaya, yani yüzmeye başlayınca da, geri dönüş imkânsız…. Başka yüzenleri görüyorum denizde, elinde fotoğraf makinesi, tuval, müzik aleti, kitaplardan yapılmış salların üzerinde, var güçleriyle karaya doğru yüzmeye çalışıyorlar. Gerçekte ulaşılmak istenen kara parçasının olmama ihtimalini düşünmüyor kimse… Çünkü ya yüzerken boğulacağız, ya da tekbaşına yaşadığımız o adayı dev dalgaların yutmasını bekleyerek geçireceğiz ömrümüzü…

Gezi, insanların iç sızısından oluşan denizi aşmak için binilen bir gemi değil miydi? Bakmayın öyle hareket etmiyormuş gibi göründüğüne, içimizde yüzmeye devam ediyor. Denize açıldığı ilk gün, yüz binlerce insan o sızıdan kurtulmak için gemiye atlamıştı hatırlarsanız; yer bulamayanlar geminin halatlarına, gövdesine yapışmıştı. İnsan gövdelerinden oluşan devasa bir gemi olarak yükseldi, içimizdeki sızılardan oluşan denizin ortasında, yüz binlerce başı olan tek bir gövde… Hiçkimse, onca acı ve hüzünden böylesine güzel bir geminin ortaya çıkacağını beklemiyordu, hayranlıkla bakakalmıştık kendimize.

Tek başımıza adalarımızda yaşadığımız sürece, bize istedikleri her şeyi yapan, allı pullu gemileriyle getirdikleri malları satanlar, içine bindiğimiz gemiyi batırmaya çalıştılar; üzerimize gaz fişeklerini yağdırırken, aramızdan düşenler oldu denize. İçimizdeki sızıyı çoğaltmak, yaşadığımız büyüyü acıyla bozarak tekbaşına yaşadığımız adalara kaçmamızı istemişlerdi çünkü, denizin ne kadar derin ve ölümcül olduğunu hatırlatarak… Gemi, düşenleri bırakıp gitmedi ama, tribünlerden, sokaklardan, meydanlardan gözyaşlarından yapılmış halatlar salındı denize, artık yaşamıyor olsalar da geminin yelkenlerindeki rüzgâra kattılar onları…


Didem Madak “Büyük gemiler de yok artık bayım / Büyük yelkenler de” diye yazmıştı ama, Gezi’de bindiğimiz gemiyi göremeden, alıp götürmüştü onu dalgalar, Nilgün Marmara’nın gittiği yere. Şimdi, geminin güvertesinden uzaklara bakarken, “acının ortasında acısız olmayı” öğreniyorum, “sobada sucuklu yumurta pişirip yiyen, yoksul bir aşkın güzelliğini” düşünerek… Çocukluğumuzda yitirdiğimiz o akışı bulmaktan başka bir çaremiz yok galiba. Didem Madak’ın “Herkes çıkarsın kalbini / O çirkin mücevher kutusundan / Ve herkes onu birbirine fırlatsın Tanrım!” duası çınlıyor geminin güvertesinde…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 19 Şubat 2014) 

0 yorum: