ŞALTERİ İNDİRMEK

Posted: 18 Haziran 2008 Çarşamba by bülent usta in
0

Yolun tam ortasına konulmuş bir masanın başında oturan bir adam gördüm. Yanından insanlar, arabalar geçiyor ama kimse o masayı ve adamı görmüyor gibi davranıyordu. Hızla geçen bir arabanın adama çarpma ve öldürme olasılığı çok yüksekti. Önce ne yapacağımı bilemedim. Yanımdaki arkadaşıma gösterdim yolun ortasındaki masada oturan adamı. “Ben hiçbir şey görmüyorum” diyerek yürümeye devam etti. Kolundan tutup onu adamın olduğu yere doğru sürüklemeye çalıştım. “Bıktım senin bu delilik hallerinden. Sürekli olmayan bir şeyler görüp, gördüklerine herkesin inanmasını istiyorsun. Orada ne bir masa ne de bir adam var. Olsa trafik durur, insanlar o masanın etrafına toplaşır. Hadi işe geç kalıyoruz” diyerek bu defa o beni kolumdan tutup sürüklemeye çalıştı. Ama gördüğüm gerçekti. Yolun tam ortasında bir masa ve masanın başında hüzünlü ve çaresiz bir adam... Arkadaşımdan kurtulup yolun kenarından adama seslendim: “Orada ne yapıyorsun? Bir araba çarpacak şimdi. Bir şeyi mi protesto ediyorsun?” Yolun kenarından böyle bağırıyordum ama tıpkı o adamı görmedikleri gibi benim bağırışımı da duymuyordu hiçkimse. Yanımdan insanlar ve arabalar geçmeye devam ediyordu. Hayatın akışını durduracak hiçbir güç yoktu sanki. Bir şalter olsa ve o şalteri indirip hayatı durdurabilsek, ne iyi olurdu diye düşündüm. Belki bu sayede birçok hayatı kurtarabilirdik. Böyle düşününce, genel grevin şaltere benzetildiği aklıma geldi.

Yolun ortasındaki adam, benim ona seslenmemi duyarak yanıt verdi: “Çok geç kaldım eve. İki çocuğum, karım beni bekler. Ama ben bu masadan kalkıp gidemiyorum onların yanına.” “Ne kadar zamandır buradasın?” “Çok uzun zamandır” dedi adam. “Peki neden kalkıp gidemiyorsun?” “Ben öldüm galiba. Çünkü beni senin dışında hiçkimse fark etmedi bu yolun ortasında. Arabalar da çarpmıyor. Görünmez bir duvarın içine hapsedilmiş gibiyim.” “Peki nerede öldün?” “Tersanede, fabrikada, trafik kazasında ya da cephede ölmüş olabilirim. Hiç bilmiyorum. Hiçbir şey hatırlamıyorum buraya nasıl geldiğime dair. Ama sen nasıl beni görebiliyorsun? Yoksa sen de mi ölüsün?” “Ölmüş olsam, senin yanında olurdum. Ama ölümlerin de çeşitleri var, hayatın olduğu gibi.”

Yolun kenarında durmuş ölmüş bir adamla sohbet ediyordum ve bu kimsenin dikkatini çekmiyordu. Arkadaşım çoktan gitmişti işe. Ne yapacağımı bilmiyordum. O adamı orada bırakıp gitmeli miydim yoksa onunla kalıp onu o masadan kurtarmanın yollarını mı araştırmalıydım? “Bir şey için burada olman gerek” dedim sonra. “Yoksa mezarda filan olurdun.” “İnan bilmiyorum neden burada olduğumu. Sadece çok üzgünüm eve gidemediğim için.” “Evini, çocuklarını hatırlıyor musun peki?” “Aslında hayır. Sadece bir özlem duyuyorum içimde. Bu masadan kalkabilsem, içimdeki o özlem beni onlara götürür diye düşünüyorum. Hiçkimse beni görmüyor ya da duymuyor ama.” “İnsanlar hiçbir şeyi görmüyor ki. Onlar, gündelik hayat telaşına kapılmış bir halde, iktidar oyunları ve entrikalarla meşguller. Emin ol ki Tuzla tersanelerindeki ölümlerden ya da savaştan daha çok milli takımın futbol galibiyetini konuşuyorlar. Bu arada adın neydi?” “Adımı da hatırlamıyorum ki. Adım, Hüseyin de olabilir, Ahmet de. Belki ölmek böyle bir şey. Adsız kalmak.” Ölüler adsız olabilirler ama birbirlerine benzemezler diye düşündüm. Adli Tıp’ta okurken otopsi dersinde bir sürü ceset görmüştüm. Cesetleri, sadece ölüm şekilleri birbirinden ayırıyordu. Eğer insanlar cesetleri benim gördüğüm gibi görse, eminim ki herkes ölüm kusan ve ölümü yücelten her anlayış ve iktidara karşı aynı tepkiyi gösterirdi. Irak’ta ölen bir çocuğun cesedinin anlattığı şeyle, o çocuğun ölümünden sorumlu birisine ait bir cesedin anlatacağı şey farklı olacak mutlaka ve o anlattığı şeyle sonsuzluğa mahkûm olacak.

Ben bunları düşünürken, yolun ortasındaki masanın ve o masada oturan adamın havalandığını gördüm. Benden başka gören oldu mu bilmiyorum. Ama martıların çığlıkları ve birden ortaya çıkan rüzgâr, her şeyi anlatıyordu.

Acaba nereye gitmişti o adam? Belki başka bir yolun ortasına konmuştu o masayla. O masanın başında üzgün üzgün oturmaya devam edecekti belki de yüzlerini bile hatırlayamadığı çocuklarına özlem duyarak. Bazen düşünüyorum, hayatın bir şalteri olmalı ve o şalteri indirmeli ki bazen, hayatı durdurarak nasıl yaşadığımızı düşünelim yeniden.

Yolda başka bir ölüyle karşılaşma ihtimalinin tedirginliğiyle işe gidip masamın başına oturduğum zaman, kendimi o adama benzettim bir an. Bir ölü olarak bu yazı masasına ve yazmaya mahkûm birisine... Masamda içim kararmış bir halde otururken, gözüm Marlen Haushofer’in Can Yayınları’ndan yeni çıkan ‘Duvar’ adlı romanına takıldı. Haushofer, benim bugün yaşadığım olayın tam tersini yazmıştı romanında. Tüm canlıların öldüğü ve dağ başında görünmez duvarlar içine hapsedilmiş bir kadının romanını. Üst üste dizilmiş daha bir sürü kitap vardı ve o kitapların kapaklarının her biri, hayatın derinliklerine açılan gizli geçitlerin kapılarına benziyordu sanki. Sanırım benim yazı masama mahkûm olduğum doğru değil. Hayata açılan bir sürü gizli geçitleri olan bir masada oturuyorum çünkü. Büyük bir istekle gizli geçitlerden birisinin kapısını aralayarak dalıyorum kitabın, yani hayatın derinliklerine... Haushofer’in romanında, kadınla birlikte görünmez duvarların içine hapsolmuş avcı köpeği Vaşak karşılıyor beni...

Bülent Usta (Birgün, 18 Haziran 2008)

0 yorum: