BAY PERŞEMBE

Posted: 12 Haziran 2008 Perşembe by bülent usta in
0

"Türkiye solu, tarihi boyunca epey kalabalık bir örgüt koleksiyonuna sahip oldu Bay Syme. Hatta bu zenginlik çeşitli espirilere dahi konu oldu. Bunda solun teorik zenginliğinin etkisi olduğu gibi, solun bu topraklarda yeşermesini, yeşer-se de büyümesini zorlaştıran bir toprak-tohum uyuşmazlığı da var sanki. 'Bu topraklara özgü teorik yaklaşım' denilince ulusalcılığı, kültürcülüğü filan düşünenler de az değil. Tam bir çıkmaz anlayacağın. Aslında yenilerde Versus'tan çıkan, Ergun Aydınoğlu'nun 'Türkiye Solu' adlı kitabı üzerinden tartışılacak çok şey var."

"Evet, bana da ilginç geldi ülkenizdeki bu durum. Solun bu kadar parçalı olmasının, hatta sol olarak değerlendirilemeye-cek, kapitalizmin solun alternatifi olarak yaratmak zorunda kaldığı sosyal demokratların bile bir araya gelemeyişi, topye-kûn siyasal kültürünüzle ilgili bir durummuş gibi geliyor bana. Çarpık, eklektik, halk değil de devlet odaklı bir sol kültür, daha baskın olagelmiş sanki bugüne kadar. Halbuki ben, devletçi, hiyerarşik bir soldan hiç korkmam. Benim gibi polisler için değişen bir şey olmayacaktır. Bir iktidar gidip yerine başka bir iktidar gelecek ve benim gibiler yine aynı öneme ve güce sahip olmaya devam edecek. Beni asıl korkutan anarşistler gibi, özgürlüğü her şeyin üstünde gören sol anlayışlardır." "Doğru ya. Senin polis olduğunu sık sık unutuyorum Bay Syme. Alışık olmadığımız bir polis imajına sahip olduğun için belki de. Romanda da geçen filozof-polis, hatta şair-polis tavrın çok komik."

Bay Syme, sözlerime alınmış, hatta sinirlenmişti biraz. "Neresi komik bunun. Benim gibiler sayesinde bu düzen devam ediyor. Herkes işine rahatça gidip geliyor, kargaşa ve kaos olmadan mutlu bir hayat sürüyor. Ben, sıradan polislerden değilim. Sıradan polis, sadece basit suçluları yakalar, yoksulu ezer, mutsuzu ispiyonlar. Benim gibilerse, devletin ya da toplumun içinde güçlü olan hainleri yakalar. Ezilmiş olanın eylemleriyle ilgienmem ben, filozofça hareket edenlerdir benim gibilerin hedefi. Bir iç ve dış çember vardır bana göre. Dış çembere ki en kalabalığıdır- basit anarşistlerden oluşur. Onlar, cezayı suçun değil, suçu cezanın doğurduğuna inanırlar. Ama iç çemberde yer alan ve onların papazlığına soyunanlar daha tehlikelidir bana göre. Onlar da gelecek mutlu günlerden bahsederler. Ama onlar, 'insan soyu kurtulacak' dedikleri zaman, ben bunu 'insanoğlu canına kıyacak' diye anlıyorum. Onların yalnız iki amacı var: Önce insanlığı, sonra kendilerini yok etmek."

G.K. Chesterton'ın "Bay Perşembe" adlı romanının baş kahramanı Gabriel Syme'le, Kadıköy'deki meyhanelerden birisinde karşılaşmıştık. Tesadüfen aynı masaya oturmuş, önce şiir üzerine derin bir sohbete girişmiştik. Çıkardığımız Yasak-meyve şiir dergisinden bahsetmiştim. Hatta derginin son sayısını hediye etmiştim ona. Çok hoşuna gitmişti dergi. O da şairmiş. Sonra sohbet ilerledikçe kim olduğunu açıklamıştı. Bunu ilk defa yapmıyor olmalıydı ki, masaya meze getiren garson, Syme'in sözlerini duyup gülümseyerek yanımızdan ayrılmıştı.

En iyi gizlilik, gizlenmemektir mantığıyla hareket ediyormuş. Bunu romandaki anarşistlerden öğrenmiş. Romandaki gizli örgüt üyeleri, en önemli toplantılarını halka açık lokanta ve meyhanelerde gerçek-leştirirmiş. Hatta bağıra çağıra nereyi bombalayacaklarını anlatırlarmış birbirlerine. Herkes de onları duyar ve yarı kaçık insanlar olduklarını düşünürlermiş. Öyle ya, ulu orta bir yerleri bombalayacağını söyleyen birisine kim inanır? Bay Syme de bu meyhaneye gelen herkese kim olduğunu açıklamasına rağmen, herkes ona kafayı yemiş bunak muamelesi yapmış bugüne kadar. Benim onu ciddiye almama şaşırmıştı. Romanı okumuş olmasam, ben de onu ciddiye almazdım açıkçası.

"Bay Syme. Bana yine kızacaksınız ama, sizin anarşizmi romanda çok yanlış tarif ettiğinizi düşünüyorum. Anarşizm, örgütsüzlükya da kargaşa ortamı savunuculuğu olarak gösterilmeye çalışıldı hep. Burada sizin tarif ettiğiniz şey, daha çok şiddet yanlısı nihilistlere denk düşüyor sanki. Ama yine de bir roman olarak çok hoş. Hem siyasi bir polisiye olması açısından kült bir kitap 'Bay Perşembe', hem de insanı çok farklı konular üzerinde düşündürtmeyi başaran bir güce sahip. Romanda haftanın yedi gününden birisini kendisine isim olarak alan yedi kişilik bir merkez komite var ve siz tesadüfen o komiteye Bay Perşembe olarak giriyorsunuz. Ve işin komik tarafı, komiteye gizlice girmeyi başaran tek polis de siz değilsiniz. Hatta o komitenin varoluş nedeni bile romanın sonunda farklı bir anlama kavuşuyor. Son zamanlarda böylesine ilginç bir kitapla karşılaşmamıştım."

"Aslında siz de bana kızacaksınız ama, romanı yanlış anladığınız ortada. Romanın derdi anarşizm değil ki. Şekilsiz aydınlığı seven filozofla, ışığı biçimlere sokmaya çalışan, ondan yıldızlar ve güneş yaratmaya çalışan şair arasındaki mücadele söz konusu olan. Filozof, kimi kez sonsuzu sevebilir, şairse her zaman sonluyu."

"Bay Syme, romanda yaptığınız gibi retorik yapmakla meşgulsünüz yine. Şairlerin, retoriği gerçeğin yerine koyma çabasını hiç anlamıyorum. Üstelik şairlere yüklediğiniz bu anlama itiraz edecek şairler de olacaktır. Beni romanda en çok şaşırtan, romanın sonundaki yarı-düş, yarı-gerçek sahne. Polisiye bir kurgudan metafizik bir boyuta taşınıyor konu. Düzen yanlısı ve karşıtı olmanın metafiziğine giriliyor." "Bırakalım bunları. Bizler, her şeyi arkadan görüyoruz ve her şey bize bu yüzden kaba görünüyor. Bu ağaç değil, ağacın sırtı. Bu bulut değil, bulutun art yanı. Görmüyor musun, her şey sırtını çeviriyor, yüzünü saklıyor bizden? Öbür tarafa geçip, önce kendi yüzümüze bakabilmeyi öğrenmeliyiz: polis miyiz, yoksa şair mi?"

Bülent Usta (15 Ağustos 2007)

0 yorum: