MARTILAR AZALDIKÇA...

Posted: 12 Haziran 2008 Perşembe by bülent usta in
0

Once görmezden geldim haberi. Belki böyle haberlerden gına geldiği için. Birileri katiller için şarkı yazmış, söylemiş... Birileri de klip çekmiş o şarkıya. Sonra başka bir haber: Ankara'da öldürdüğü kişinin etini yiyen katil... Düşündüm, birileri şimdi ona da şarkı yazmalı, söylemeli, klip çekmeli. Hazır, 'Kuzuların Sessizliği'ndeki Doktor Lecter'a benzetilmişken katil. Tabii Malatya katliamı yapanlar da unutulmamalı.

Sene kaç hatırlamıyorum. Martıların azaldığı bir yıldı... Şair bir arkadaşımla vapurda giderken, bana martıları gösterip "Gidiyorlar" demişti. "Nereye?" demiştim. "Her geçen gün martılar azalıyor." Biraz tuhaftı arkadaşım. Onun teorisine göre, martılar, kediler, köpekler azalırken, insanlar çoğalıyordu. "Bence" demişti, "Onlar gidip insan olarak geri dönüyorlar. Çok korkunç!" Bu şair arkadaşımın adı, Musa'ydı. Che'ye benzerdi, hatta benzemek için uğraşırdı. Ama birisi "Che'ye ne kadar benziyorsun" dese, yerin dibine geçerdi. Bir Hıristiyan'a "İsa'ya ne kadar benziyorsun" demek gibi bir şeydi bunu söylemek. "Hâşâ. Ben kim, o kim?" Okuma-yazmayı cezaevindeki devrimcilerden öğrenmişti Musa. Şiir yazmayı da... Hayal dünyasındaydı daha çok. Ama orada mutluydu. Yeter ki o dünyayı sarsacak bir şey olmasın. Yanında iki tane saksı taşırdı hep. Biri sevgilisinin, diğeri de örnek aldığı bir şair dostunun hediyesiydi. Bu hediyeler, hediye verenlerle özdeşleşmişti adeta. Sevgilisinin verdiği çiçeği, sevgilisiymiş gibi, dostunun verdiği hediyeyi dostuymuş gibi severdi. Evsiz kaldığı zamanlarda da, sokakta onlarla birlikte yattığını söylemişti bana.

İşte, martıların azaldığı bir yıldı. Bir tren yolculuğu yapıyorduk Musa'yla. Kucağında saksıları, oldukça düşünceli gözüküyordu. "Hayırdır, hiç sesin çıkmıyor." dedim. "Çiçeklerle konuşuyorum." dedi bana. "Ne konuştuğunu merak ettim. Beni de sohbetinize al-sana". "Eğer bir şeyler yapılmazsa çok geç olacağını söylüyor Duras" dedi. "Duras mı? O nereden çıktı şimdi. Sardunya'nın adı Mustafa değil miydi" dedim, şair arkadaşını hatırlatarak. "Hayır, Mustafa diğeri. Öbürünün adı Duras oldu artık" dedi. "Neden?" dedim şaşırarak. Bana sevgilisiyle ilgili kötü bir hikâye anlattı. Bu aralar Duras'ın 'Acı' adlı romanını okuduğunu ve Duras gibi birisinin onun sevgilisi olabileceğini söyledi. "Neden" dedim merakla. "Hiroşima Sevgilimi okuduysan ne dediğimi anlarsın" dedi lafı uzatmak istemezce-sine. Ben de lafı değiştirmek için Duras başka neler söylüyor" dedim. "Diyor ki, yavaş yavaş kesiyorlar damarlarını bu ülkenin. Çok korkunç şeyler yapıyorlar. Çok sinsice... Faşizm,tıpkı Aids gibi bir virüstür. Bulaşıcıdır. Ülkenizin darbeler tarihi, insanları okumaktan, düşünmekten, özgürlükten soğutarak, her tür gericiliği güvenlik endişesiyle pompalayarak faşizm virüsünün yayılmasını kolaylaştırdı." "Musa, iyi ama o nereden biliyor bunları?" "Dur bak, daha neler söylüyor: 2. Dünya Savaşı'nın canlı tanığıyım ben. Faşizmin Avrupa'da neler yaptığına tanık oldum. O virüs, Avrupa'da çok korkunç şeyler yaratmış olmasına rağmen, hâlâ Avrupalıların gündeminde. Çünkü kolay kolay ölen bir virüs değil bu. Dilde, kitaplarda, gazetelerde, televizyonlarda, en önemlisi insanların iç dünyasında saklanıyor. Uygun bir fırsat bulduğunda da ortaya çıkıp hızla yayılıyor. Öyle bir virüs ki bu, algıyı, düşünceyi, kültürü bile değişime uğratıyor. Yeter ki ona birazcık fırsat verilsin. Ülkenizde ben buna fırsat verildiğini görüyorum. Ama insanlarınız yine de sağlam bir bünyeye sahip. Burada başka bir toplum olsaydı, 1930'lardaki Almanya'da yaşananlardan daha beteri yaşanabilirdi. Faşizmin yeşermesi için her türlü olanak var bu topraklarda. Ama geçmişten gelen çok kültürlü yaşam alışkanlığı, bunu engelliyor sanki."

Musa'nın, daha doğrusu Musa'nın saksı-sındaki sardunya görünümlü Duras'ın söyledikleri, bugün dahi aklımdan hiç çıkmıyor. Faşizmin bir virüs olduğu gerçeği... Daha sonra Duras'ın Sel Yayıncılık'tan çıkan 'Acı' adlı romanını alıp okumuştum. Kitapta Duras'a ait otobiyagrafik öğeler de vardı. Naziler, kocasını toplama kampına götürmüş. Duras, yıllarca kocasından haber alamayıp, o tarifsiz acıyı nasıl yaşadığını, o acının aslında onu nasıl eğittiğini, faşizmin belleksizleştirme gayretine karşı, yaşadığı acıyı unutmayarak ve o acıdan korkmayarak nasıl direndiğini anlatıyordu kitapta. Kocası, toplama kampından döndüğü zaman ise, artık ne o eski Margueri-te'dir, ne de kocası eskisi gibidir artık. Romanda, Duras'ın Fransa'daki direniş örgütüne girmesini ve o işgal yıllarında yaşanan süreç de anlatılıyor dehşet verici bir şekilde. Dehşet verici, çünkü bir toplumda faşizmin yeşermesinde herkesin sorumluluk sahibi olduğunu hatırlatıyor yazar, yaşadığı acıya ortak ederek bizi.

Ben, Hrant Dink'i öldürenleri, öldürenler için şarkı yazanları ve söyleyenleri tanımam. Nasıl insanlardır, hiç bilmiyorum. Onlar da Hrant Dink'i, eşini ve çocuklarını tanımazlar herhalde. Hatta "Hepimiz Ermeniyiz!" diye slogan atanlar hakkında da hiçbir fikir sahibi değildirler. Hrant Dink'in cenazesinde 8o'inde bastonuyla yürüyen ve gözyaşı döken o ihtiyar kadını da tanımazlar. Onların tanımaması çok normal, çünkü Duras'ın bahsettiği virüs, algıyı ve düşünceyi değiştiriyor. Kendilerine aynada baktıkları zaman bir kahraman, başkalarına baktıkları zaman cesetler görüyor olabilirler. Ama o virüse yakalanmayanlar, Rakel Dink'in cenazede yaptığı konuşmayı sürekli olarak hatırlamalı. Bir bebekten bir katilin nasıl yaratıldığını öğrenmek, tüm sanatçıların ve kendine insan diyenlerin başlıca görevi olmalı. Yoksa martılar azaldıkça, çoğalan sadece insanlar olmuyor.

Bülent Usta (19 Eylül 2007)

0 yorum: