BİR YILBAŞI GECESİ RÜYASI

Posted: 16 Haziran 2008 Pazartesi by bülent usta in
0

Yılbaşı gecesi bir rüya gördüm: Uçaklardan atılan bombalar, aşağıya düşmüyordu. Sanki yerçekim kanunu tersine dönmüş gibi, atılan bombalar geri geri gelip uçakları vuruyordu. Sonra silahlardan çıkan kurşunlar, hedef alınan kişileri değil de tetiği çekenleri vurmaya başlamıştı. Sanki bir büyü, tüm dünyayı bir rüyada da olsa etkisi altına almıştı.

Silah yoksa, ordular da yoktu. Ordular olmayınca, devletlerin ve sınırların da bir anlamı kalmıyordu. Üç kulaklı bir kedi olan İvam'a rüyamı anlattığım zaman, epey güldü. "İnsanlar o zaman, kılıç gibi ilkel savaş aletlerine dönerler." "Arkadaşın Bece, 'erimeyen kartopu'nu Zuko Dağı'nda eritince, tüm değerli madenler gibi silah yapımında kullanılan madenler de eriyip buharlaşmayacak mıydı İvam?" "O zaman da insanlar elleriyle savaşmak zorunda." "İnsanlar neden illa savaşmak zorundalar İvam?"

"Bunları senin benden daha iyi bilmen lazım. Eskiden yazdığın 'Hiyerarşinin Kökeni' adlı bir yazını anımsıyorum. Orada diyordun ki hiyerarşiyi ve mülkiyeti önceleyen eşitsizliklerdir. Kadın-erkek, güzel-çirkin, genç-ihtiyar, hızlı ve yavaş koşan vb. arasında yaşanan eşitsizlikler. Bu eşitsizlikler giderilmeden, hiyerarşi ve dolayısıyla savaşlar da son bulmaz. Ama eşitsizliklerin nasıl sonlanacağına dair kaygılarından da bahsetmiştin yazdığın o metinde. Yapay olarak insan eliyle yaratılmış eşitsizlikler olduğu gibi, bir de doğal eşitsizlikler vardı ki onları ne yapacağız diye düşünüyordun kara kara. Orada da eşitlik aynı zamanda nasıl matematiksel bir kavramsa, yine matematikten yardım alarak 'denklik gibi bir kavram önermiştin. Denklikte eşit olmak zorunda değildi hiç kimse, ama eşit olmayan herkesin aynı değere ve öneme sahip olması gerekliliği vardı. Kısaca, eşit değil de eşitliğe dayalı bir toplumun mümkün olup olmadığını araştırmıştın o yazında. Hatta tam da bu konuyu ele alan Mustafa Cemal'in Belge Yayınlan'ndan çıkan 'Eşitlikçi Toplumlar' kitabını tartışmıştın."

"O konuda kafam hâlâ net değil İvam. Bu aralar, beni kara kara düşündüren bir konu daha var: Hapishaneler... Işık Ergüden'i biliyorsundur. Hatırlarsan, daha önce Sessizliğin Anarşisi ve Kurşunkalemle adlı kitapları da yayınlanmıştı. Çok sayıda çevirisi de bulunuyor. Şimdi de 'Hapishane Ça-ğı-Kapatılmış İnsan' adlı bir kitabı yayınlandı Versus'tan. Işık'ın kitabını okurken, çocukluğumdan beri anlamakta zorlandığım hapishane gerçeğini yeniden etraflıca düşünmek durumunda kaldım. Özellikle Işık'ın 'küçük hapishane' ve 'büyük hapishane'tanımlarını..."

"Işık Ergüden, uzun yıllar hapishane ortamını yaşamış aydınlardan. Arada sırada o beni fark etmese de ziyaretine giderdim, diğer mahkûmları da ziyaret ettiğim gibi. Bir kedi olarak, hatta zaman zaman görünmez bir kedi olarak giremeyeceğim yer yok. Ama Diyarbakır ve Ulucanlar gibi ün sahibi cezaevlerinde yaşananlara tanık olmak gerçekten korkunçtu. Hapishane gerçeğini, bu ülkenin tüm duyarlı insanlarının ciddiye alması şart. Işık'ın da bahsettiği gibi, birgün kimin oraya gireceği hiç belli olmaz. Işık'ın çok sayıda Foucault vb. yazarların kitaplarını da çevirdiğini düşünürsek, hapishane üzerine, hapishane deneyimi olan bir yazarın anlattığı şeylerin dikkate alınması şart."

"Üstelik Işık, dışarıdaki yaşamı da bir tür hapishaneye benzettiği için, küçük hapishaneyi anlamanın, büyük hapishanenin duvarlarını yıkabilmemiz için gerekli olduğunun da altını çiziyor. Dostoyevski'nin 'Suç ve Ceza' adlı romanını okuduğum zaman, sana belki biraz tuhaf gelecek ama, bu dünyada yaşayan herkes suçlu, öyleyse herkes suçsuz diye bir noktaya varmıştım. Ayrıca, hâkim ideoloji ve ahlak kurallarının göreceliliği de suçu ve suçluyu bakılan yere göre değiştiriyordu. Mesela binlerce kişinin suçlu olarak gördüğü bir dikatatör dışarıdayken, o diktatör gibi düşünmeyen binlerce kişi cezaevlerini boylayabiliyordu. Ahlaki açıdan da örneğin bir kabilede hırsızlık yapmayana kız verilmezken, başka bir kabilede an ağır şekilde cezalandırılabi-liyordu. Diktatör Franco, örneğin eşcinselliği suç olarak nitelendirmiş ve binlerce eşcinseli işkencelerle katlederek öldürebil-mişti. Bugünse bazı ülkelerde eşcinseller yasalar önünde evlenebiliyor. Şimdi adını anımsayamadığım (Brecht ya da Bacon olabilir) bir düşünür, 'Banka açmakla, banka soymak aynı şeydir' diyordu örneğin. Kitapla alakalı da olsa, kitaptan uzaklaştım biraz. Işık, kitabının başlarında karşımıza şöyle bir fotoğraf çıkarıyor, kendi kişisel deneyimiyle ilişkili olarak: "İçerdeyken, hep bir fotoğraf geliyordu gözümün önüne: Kısa pantolonlu, kıvırcık, dağınık saçlı küçük bir çocuk, bir evin önünde, annesinin elini sıkı sıkıya tutmuş... Ve sonra, yıllarca, elinde giysi ve kitap torbalarıyla gelip yasaklar nedeniyle oğlunu göremeden geri dönen; hapishane kapısı önünde çelişmiş bir 'anneler' fotoğrafını, oğlu tanıyabilsin diye kendini okla işaretleyerek içeri gönderen anne. Oğul çıktığında, gerçekten de okla işaretlenmiş olmayı gerektirecek kadar yaşlanmış olan anne."

Kitabın sonunda ise, 1991'de Bartın Ce-zaevi'nde yazdığı bir yazıyı koymuş, hapishane gerçeğini, dolayısıyla bu kitabın mantığını açıklayan: "Hapishaneyi yazmak ağacı yazmak gibidir, evi, sokağı, adayı yazmak gibidir. (...) Hapishaneyi hapishanenin içinden yazmaksa eğer hapishaneyi yazmak, bu, ağacı ağacın içinden, adayı adanın içinden yazmak gibidir. (...) İnsan kendini, kendinden çıkarak yazar. Hapishaneyi yazan insan, kendi içindeki hapishaneyi yazar. (...) Hapishaneyi yazan insan, hapishaneyi yazmaz."

Gün ağardığı için, kitabı enikonu tartışamadan, İvam balkondan atlayıp gitmişti. Kitabın daha ilk sayfasında yer alan ünlü ressam Francisco Goya'nın bir gravürünün adı ise, zihnimde kendisini tekrarlayıp duruyordu: "Tan barbara le sugeridad como el delito." (Tutsaklık, suçun kendisi kadar barbarcadır) Hapishanelerin ve savaşların olmadığı bir toplumu hayal ederek, yeniden bir düşe yattım sonra...

Bülent Usta (Birgün, 2 Ocak 2008)

0 yorum: