MUTLULUK VE AHENK

Posted: 16 Haziran 2008 Pazartesi by bülent usta in
0

Eskiden Taksim'de "Cennet Bahçesi" diye bir yer vardı, bilmem bilir misiniz? Gümüşsuyu'nda, Alman Konsolosluğu'nu köşede bırakan sokaktan aşağıya inince, birden bir büyü gibi karşısına çıkardı insanın. Boğaz manzaralı bir çay bahçesiydi "Cennet Bahçesi". Sonbaharda, ağaçların sararmış yaprakları süslerdi masalarını, sandalyelerini. Tuhaf, düşsel bir atmosferi vardı bu çay bahçesinin. Orada çayınızı yudumlayarak kitap okumak, okuduğunuz kitabı kitap olmaktan çıkarır, bir şölene dönüştürürdü adeta. Şehrin gürültüsünden ve kalabalığından gizlenmiş bahçe, sevgililer ya da yalnız ve yorgun ruhlar için bir sığınak işlevi görürdü. Sonra, yüzyıllardır kuşatması sona ermemiş İstanbul'un, bu şiirsel sığınağı da 90'h yılların başında bir bankanın satın almasıyla işgal edilerek koparıldı bizlerden. Eskiden Taksim'de bir "Cennet Bahçesi", bir de Fransız Kültür'ün çay ocağı vardı benim için. Artık aramızda olmayan sinemacı-yazar Yavuzer Çetinkaya'yı o mekânlarda tanımış olmam da, benim için önemini koruyan bir ayrıntı.

O yıllarda, on yedisinde bir genç olarak Herman Hesse'nin "Siddhartha"sını "Cennet Bahçesi"nde bir oturuşta bitirdiğimi anımsıyorum. Yapacak bir işim yoksa, soluğu orada alırdım. Ama oranın tek müdavimi de ben değildim. Çeşitli yaşlardan, sosyal sınıflardan müdavimleri vardı bahçenin. Bu müdavimler arasında özellikle ihtiyar bir kadın dikkatimi çekerdi. Kitap ya da gazete okuduğuna, örgü örmek gibi bir işle uğraştığına, ya da birileriyle sohbet etmeye çalıştığına tanık olmamıştım bu kadının. Çoğu zaman da tek başına gelirdi, benim gibi. Hatta sabahın köründe, sadece ikimiz olurduk o koskoca bahçede. On yedisinde bir gençle, sekseninde ihtiyar bir kadını o bahçede buluşturan şey neydi? Biri hayatı tanımak için sabırsızlanan bir genç, diğeri hayatının son demlerini yaşayan bir ihtiyar ve bu iki insan 'Cennet Bahçesi'nde ne arıyor ya da ne bulmuş olabilirdi?

Gide gele, birbirimize iyice alışmıştık. O gelmediği zaman endişelendiğimi, masalarda onu aradığımı fark ettim bir zaman sonra. Okul ve benzeri durumlardan bahçeye gitmeye ara verdiğim zamanlarda da, onun da benim için endişelendiğini görürdüm, karşılaştığımız zaman göz kırparak beni selamlamasına bakarak.

Hiç konuşmuyorduk. Birbirimize günaydın, merhaba filan da demiyorduk. Birgün, sırf onunla konuşmuş olmak için, ona saati sormayı düşündüm, çünkü saat taşımayı oldum bittim hiç sevmem. Ama baktım ki, onun da benim gibi saati yok. Aklıma başka bir şey de gelmedi sormak ya da konuşmak için. Ama bir gün, tam okuduğum kitabın derinliklerinde kaybolmuş ve büyük bir sırra yaklaştığımı hissederken, bana seslendiğini duydum: "Yine kitap okuyorsun."

Söylediği şey, bir soru değildi. Ama sorar gibi söylemişti, okuduğumu gördüğü halde. "Evet" dedim gülümseyerek. Benim "evet" demem de, "evet, hadi konuşalım." gibi bir evetti. "Ben de çok kitap okurdum." dedi ihtiyar kadın. "Neden şimdi de okumuyorsunuz?" diye sordum bu defa merakla. "Okumak için bir gerekçem kalmadı delikanlı. Ben bu ülkenin ilk komünistlerindenim. Bizler, dünyayı anlamak ve değiştirmek için okurduk. Değiştirmek için, anlamak gerekiyordu. Anlamaksa, en az değiştirmek kadar zor bir iştir. Kitap okumayı, bu yüzden çok önemserdik." "Artık komünist olmadığınız için ya da değiştirebileceğinize inancınızı yitirdiğiniz için mi okumayı bıraktınız?" diye biraz suçlayıcı bir soru yönelttim, gençliğimin verdiği sabırsızlıkla. Önce bir şey söylemedi kadın. Hatta öyle bir sessizliğe gömüldü ki, densizliğime yanarak onun bir daha benimle asla konuşmayacağını bile düşünüyordum ki, "Hayal kırıklığı" diye mırıldanı-verdi birden. Ama "hayal kırıklığı" sözü, zihninden geçen çok uzun bir cümlenin küçük bir parçasıydı sanki. Onun böyle bir açıklama getirmesi, on yedisinde birisi olarak açıkçası beni ona dair bir parça hayal kırıklığına uğratmıştı. Bunu fark etmiş olmalı ki, konuşmasını sürdürdü: "Ama senin gibi gençleri gördükçe, hayal kırıklığımın verdiği acı hafifliyor. Sana bir şey söyleyeyim mi delikanlı? Ama bu söylediğimi bir nasihat olarak algılamamanı rica edeceğim senden." "Buyrun." dedim büyük bir sır duya-cakmış gibi onun masasına doğru eğilerek. "İnsanlar, mutluluğun bir zerresini ele geçirdiler mi, onun tamamını bulduğunu zanneder. Kısa bir zaman sonra da yanıldıklarını anlayarak hayal kırıklığına uğrarlar ve bu hayal kırıklığını yine bir başka mutluluk zerresiyle gidermeye çalışırlar. Meselenin, mutluluğun zerresini elde etmek olmadığını bir türlü göremezler nedense. Mutluluk, bölünmez bir bütündür. Hayatın bir unsuru değil, ta kendisidir delikanlı. Bütün zerrelerin birbirini tedirgin etmeden birleştikleri bir ahenktir ve hayat işte bu ahenge kavuştuğu zaman, gerçek mutluluktan bahsedilebilir. Başkalarının mutlu olmadığı bir dünyada tek kişi mutlu olamaz. Bugün insanların büyük bir kısmı, hâlâ bunun farkında değil. Herkes tek başına mutlu olma gayretinde. Bu da dünyayı büyük bir felakete doğru sürüklüyor. İşte biz, insanlara bunu anlatamadık. Yaşadığım hayal kırıklığının nedeni bu. Umarım siz gençler, bizim başaramadığımızı başarır ve dünyayı hayal kırıklıklarından kurtarırsınız."

Sanırım bizi "Cennet Bahçesi"nde buluşturan şey, orada kısa bir an da olsa, yakaladığımız ahenkti. Bu yüzden oradaydık. Ama bu sözlerin sahibine bakarak, hayal kırıklığına uğramış eski bir komünistten daha fazla bir şey görmüştüm. Yaptığı mutluluk tanımı, tüm devrimcilerin dünyayı değiştirme nedenini açıklıyordu. Yıllar sonra, adını bile bilmediğim (nedense sormak aklıma hiç gelmemişti) o ihtiyar kadının sözlerini, Osmanlı aristokrasisinden gelen bir ailenin kızı olmasına rağmen, Türkiye'nin ilk kadın komünistlerinden olan Suat Der-viş'in bir romanında da (Ankara Mahpusu) okumuştum. Suat Derviş, 1972'de öldüğü için, o kadının Suat Derviş olması elbette imkânsız. İkisi de, Türkiye'nin ilk kadın komünistlerinden olduğu için, belki de arkadaştılar diye düşünmüşümdür hep. Belki bu çay bahçesinde buluşup böyle şeyler konuşmuşlardır geçmişte, kimbilir...

O ihtiyar kadını ve "Cennet Bahçesi"ni bana anımsatansa, bugünlerde okuduğum bir kitap oldu: Liz Behmoaras'ın, "Suat Derviş - Efsane Bir Kadın ve Dönemi" adıyla, Remzi Kitabevi aracılığıyla yayımladığı biyografi kitabı. Suat Derviş'in romanlarından "Fosforlu Çevriye", yine çıkar mı acep kitapçı vitrinlerine? Yine birgün, açılır mı "Cennet Bahçesi"? İstanbul, kapitalizmin kuşatmasını yarıp kavuşur mu kendi kimliğine?

Bülent Usta (Birgün, 30 Ocak 2008)

0 yorum: