O ADAM VE O KENT

Posted: 16 Haziran 2008 Pazartesi by bülent usta in
0

Bir kent düşünün, çağlar boyu pek çok uygarlığa ev sahipliği yapmış olsun. Savaşlarla, yangınlarla, depremlerle yakılıp yıkılmış olsun. Ama ne hikmetse, aslında her uygarlık, o kentte soluk alıp vermeye, tüm o yıkımlara rağmen bir biçimde devam etmiş olsun. Yıllar boyu, bu bir türlü her şeyiyle fethedilemeyen kenti, kapitalizm bir kale gibi kuşatmış olsun. Kentin surları reklam afişleriyle, etrafı gökdelenlerle, fabrikalarla, her geçen gün çoğalan gecekondularla, kaldırımları dahi otomobillerle işgal edilmiş olsun. Bu öyle bir kent ki tüm bu şeylere direniyor olsun. Hem de ne direniş... Zaman zaman şairleri kulak vermiş olsun onun acı dolu çığlıklarına ya da gizliden gizliye söylediği aşk şarkılarına. Romancıları, öykücüleri, ressamları, sinemacıları sokak sokak onu okşayıp teselli etmiş olsun. Sonra birgün, bir adam, şöyle uzun boylu, aslan gibi bir adam, aslan gibi ama güvercin tedirginliğiyle yaşayan bir adam, belki o kente güvenerek, belki o kent gibi kendisini kuşatılmış hissederek, belki o kent gibi acılarını, umutlarını, sevinçlerini bastırmaktan bunalmış birisi olarak, kendisini bir şeyleri haykırmak için mecbur hissetsin. Üstelik haykırsın. Haykırdığı şey, o kadar güzel, o kadar anlamlı ve o kadar gerçek olsun ki birileri paniğe kapılsın. Hem de ne panik. Ama bu adam, o kadar güzel bir adam, o kadar ince bir adam ve o kadar inatçı bir adam olsun ki paniğe kapılan birileri, kendi karanlık oyunlarını sürdürebilmek için onu öldürmek dışında bir çare düşünemesin. Onu öldürmek...

Ve öldürülmek istenen bu adam, bunu hissetmiş, hatta gazetede bile yazarak bunu herkese duyurmuş olsun. Ama herkese... Ve aslında herkes, bu adamın başına gelecekleri tahmin ediyor olsun. Üstelik bu tahmin edenler ve bilenler, o kentin gazetecilerinden, emniyetine kadar tüm önemli mevkilerdeki kişiler olsun.

Bu adamın, bir de tutkulu bir aşk yaşadığını, o aşkını yetimhanede bulmuş olduğunu, sonra o büyük aşkıyla türlü türlü zorluklarla bir araya gelip evlendiğini, çocukları olduğunu da düşünün. Tüm hayatı, menfaat gözetmeksizin mücadele ederek geçmiş bu adam, eli kalem tutmaktan başka ve kalemini özgürce tutmaktan başka bir suçu olmayan bu adam, sokak ortasında, vurulmuş olsun.

O adam vurulunca, o adama benzeyen o kent de vurulmaz mı? Koskoca kente, bir tabanca kurşunu ne yapar? Ben bir kurşunun neler yapabileceğini gördüm. Bir kâbustaydım ve bunu gördüm. Sadece ben gördüm sandım önce. O kentin, azar azar solduğunu, nefes alamadığını, duvarlarının çatırdadığını, acılar içinde içimde kıvrandığını, sadece ben hissettim sandım önce. Bu bir kâbustu. Hemen uyanılması gereken bir kâbustu. Bir şey beni uyandırsın istedim. Bu kadarı fazlaydı. Hem de çok fazlaydı.

Sonra, bu kâbusu başkalarının da gördüğünü duydum. Telefonlar çalıyordu, televizyonlar gösteriyordu. Ama kameralar, sadece yerde yatan bir adamı gösteriyordu. Üzeri gazeteyle örtülmüş bir adamı. Ama vurulan sadece o adam değildi ki.

Bu bir kâbustu. Toplu halde görülen bir kâbustu ve herkes o kâbusun etkisiyle sokaklara dökülmüştü. Yüz binlerce insan o kâbustan uyanmak için mi sokağa dökülmüştü? Herkes, bir kâbusun içinde, o kâbustan uyanmak için yürüyordu. Bir şey, onları mıknatıs gibi tek bir noktaya doğru çekiyordu. Sanki o kent, insanların sokaklarında yürüdüğü o kent, yürüyen bu insanlara yol gösteriyordu. Yürüdükçe, yürünülen sokakta köylüler, işçiler, memurlar, üniversiteli gençler, işsizler, aydınlar, sanatçılar çoğalıyordu. O kadar, o kadar çok çoğa-lıyorlardı ki onlar çoğaldıkça, o kâbusun içinde içimdeki acının da kanatlanıp havalandığını, beni gökyüzüne taşıyıp şehrin surlarına damla damla akıttığını hissediyordum. Onlar çoğaldıkça, onlara bakıp o adamı da vurulan o adamı da görür gibi oluyordum. O adamın sadece fiziksel olarak öldüğünü anladım o an. Zaten hepimizin bir gün fiziksel olarak öleceğimizi, önemli olanın düşlerde ve düşüncelerde yaşamak olduğunu, ve o insanların bir düşün parçası olarak orada olduğunu düşündüm. Ve o adam öldü diye, o kent gibi onların da bir parça öldüğüne de tanık oldum.

Hayır, tüm bunlar yetmedi. O kent, bütün sokak ortasında öldürülen yazarların, devrimcilerin, ezilenlerin hayaletlerini de ortaya çıkarmasın mı? Onlar da yürüyordu, o kâbusun içinde, yüz binlerin içinde. Çoğaldıkça insanlar, kentin nefes aldığını du-yumsadım. Ama bu defa başkalarının nefesi kesiliyordu bu kalabalıktan. O karanlık odalarında, karanlık planlar yapanlar, tıkılı kalmışlardı odalarına güpegündüz. Sanki o kent, mühürlemişti bir gün de olsa o karanlık odaların kapılarını. Beklenmedik bir şeydi çünkü bu kadar insanın o kentle ve o adamla sarmaş dolaş olması, o kentle ve o adamla birlikte ağlaması, yaşanan bu kâbusu sona erdirmek istemesi.

Biliyorum, içinizi acıtacak bir kâbustan bahsettim size. Her 19 Ocak'ta pek çok kişinin tekrar tekrar yaşayacağı bir kâbustan. Ama elden ne gelir? Biliyorum, birgün zaman makinesini icat edilecek ve o kent kurtulacak tüm kâbuslarından. Ama o güne kadar, hiç değilse, o kente daha fazla kâbus armağan etmesek.

Bülent Usta (Birgün, 16 Ocak 2008)

0 yorum: